Bir dağ ardı bir dağ ardı bin
Binmişsin, çelikten semerin
Yerin altından çıkartılmış bineğin
Tabîi madeni taşırken dağbaşına
Olabilmek tabiatta, için-için.
Kristal pak bir hava. Gürcistan zaten pek endüstriyel bir coğrafya değil, yine de şu an soluduğum hava ayrı bir kalite kokuyor. Çayırlar beyaz, köyler beyaz, dağların sırtları sarp uçurumlarıyla kontrast taşırken, zirveler ak-pak. Çamlar karını atmış, bahar hissediliyor. Geçtiğimiz her köyün taş kuleleri oralı buralı selam duruyor. Yol enteresan bir şekilde makul akıyor. Kala köyünde, Ushguli’ye 7km kala yol “Hara-hura”ya dönüyor. 4 çeker fora. Balçık teker boyu, deviri düşürmemek şart. 4 km kala, karşıdan başka bir araç nihayet geliyor. Toprak kaymış, yol kapalı! Tırmanmamız gereken son bir sırt ve Ushguli Vadisi’ne varacaktık. Ben böyle işin…!!! “belki 1-2 güne açılır” diyor yaşlı bir emmi, Kala köyüne geri döndüğümüzde. “Mazotun var mı” diyor, 3-5 litre hortumla depodan emcüklerken, baba üfürüp, suratıma fışkırtıyor mazotu. An meselesiydi açıkçası, bu kadar mazot harcayıp da, yüzümü-gözümü dizele bulamam. Şu an bunları yazarken, yaklaşık 1 hafta sonrası, berem hâlâ mazot kokuyor.
Neyse efendim, seyahatimizin mottosuna ihanet etmediğimiz sevinciyle, kapalı bir yoldan yine geri dönerken; geçidin sırtında karlı bir köy yoluna sapıyorum ve şahsım adına Gürcistan’da gördüğüm en iyi manzarayla karşılaşıyorum. Hakkını veremez lakin buyurun, Zat'ı âliniz ile paylaşıyorum şu fotoğrafı:
Dico bitkin, dinlenecek bir yer, kar sınırının altında bir kamp bulmalı. Dağa nazır yamaca kurulu, 12 taş kulesiyle, Lakhiti köyüne takılıyor gözümüz, sapıyoruz. Rezalet bir yol, çam sınırına kadar, köyün tepesine tırmanıyoruz. Harikulade bir manzarada, inekler çayırında stop ediyorum motoru. Köyün hakimi inekler, öküzler ve domuzlar. Dar ara sokakları bilek boyu çamur, köy meydanı ahıra dönmüş. Su istemem gerekiyor, anca birini bulabiliyorum. Hayalet bir köy, tek hareket kaldığımız çayırın yanında yaşayan, köyün en yüksek rakımlı ailesi. Hava çok güzel, iyice dinleniyoruz. Güneş batınca ise köyün spotları yanıyor ve kulelere ambiyans ışığı vuruyor. Komik açıkçası… bizim şerefimize mi yaktılar bilemem, yine de hoş tabii.
1800 metredeyiz, haliyle gece keskin ama ertesi sabah bir güneş açıyor; komşudan gücenmesem çırıl-çıplak yatacağım çayıra. Gözlükle sırıtır vaziyette, don-paça sandalyeme kurulu, karşımda düşen çığları yakalamaya çalışıyorum. Amirim de katılacaktır, Gürcistan’da kaldığımız en tatlı konum kuşkusuz Lakhiti’dir. Hoop, giderayak bir asteriks açalım:
Efendim, batı Kafkasya bölgesine adı da verilmiş olan Svan halkı, ortaçağlardan beri (kimilerine göre ilk çağlardan itibaren) bu dağlarda yaşamış. Yüksek irtifada, 6 ayın karlı geçtiği çetin arazide, kendi rızkını çıkartan her insandan bekleneceği üzere, dirayetli ve yetkinler. Feodalitenin nice çabasına, ipek yolunun kafkas ayağını fethetmeye çalışan Altay boylarına, haçlı seferlerinin aç gözlerine, Bizans İmparatorluğu’nun büyüme çabasına karşın; Svanlar’ın en etkili savunmaları 20-25 metreyi bulan taş kuleleri olmuş. Bir istila sırasında; hayvanlarını istifledikleri en alt kat, üzerine hayvanlar için çayır-saman ve üçüncü katta ise köy sakinlerinin doluştuğu yaşam alanı sayesinde; talancı yabancıları sabırla geçiştirmişler. 11.y.y’da ülkeyi Gürcistan adı altında toplamayı başaran Kral David dahi, bölgeyi ele geçirememiş, halkın insafıyla anlaşma sağlanmış.
Dostlar beni bilirsiniz… Seyahatlerin rotasını nehir temelli jeo-kültürel bir emelle şekillendirmekten yanayım. Batı Kafkasya’dan peyda olan binlerce çayın havzasında topladığı Enguri Nehri’ni Karadeniz’e kadar takip ediyoruz. 1800 metreden 0 metredeki kumsal sahile 3-4 saatte keyifle varıyoruz.
Görüp, görebileceğim en sakin Karadeniz’de, cam gibi buz suya cumburlop atlıyoruz. Sanırsın sonbaharda batı Akdeniz. Sıfır rüzgar, kururken güneş altında, geçtiğimiz günlerin kritiğini tutuyoruz. Güneş karşımızda bata-dursun, ormantik bir akşam yemeği ile bir şişenin daha sonunu görüyoruz. İlla bir kusur arayacaksak; yeni peyda olmaya başlayan bok sineklerinden homurdana bilinir… O kadarını da, bizim kadar paçoz olmayanlar düşünsün efendim! Halihazırda homurdanan milyonlarca kurbağanın gürültüsü ile yatağa çekiliyoruz. Az sonra kurbağaları da bastıran bir uğultu ile araba sallanmaya başlıyor. Gippo’nun ederi 2 ton, şu an beşik gibi çalkalanıyor. Kıyıyı dövmeye başlıyor dalgalar, ben rahatlıyorum. Tanıdığım Karadeniz bu işte. Yağmurun takibi gecikmiyor. Uyandığımızda devam eden yağış yaka-paça kovuyor bizi adeta. Kasabaya varıp, sovyet vakitten beton bir otobüs durağı bulunca, kahvaltıyı durağın banklarında pişiriyoruz.
Samtredia isimli bir işçi kasabasında, fuhuş motelinden hallice (kasabanın mevcut iki otelinden biri) bir yerde konaklıyoruz. İnternettir, duştur, yağmurdan bir soluktur dinleniyoruz. Sonraki günü ise amaçsızca orta Gürcistan’ın ova köylerini gezerek geçiriyoruz. Pek tabii ilk seferimizde kapalı olan Prometheus Mağarası’nı görmeden olmaz. 1,5km uzunluğunda, 6-7 geniş salondan oluşan, yerin yaklaşık 100metre altında, kaynak suyunun mübarek çay kıvamında toplanarak, isteyene yarısına kadar bot gezintisi de sunan karstik bir mağara burası. Dico’mun karanlık-basık-mağaramsı yerlerden ziyadesiyle korkmasına karşın; cesaretini toplayıp, 1,5 km mağarayı bir saat boyunca yürüyüp, diğer ucundan çıkabilmiş olmasında ötürü, kendisiyle gurur duyuyorum. Ömründe gördüğü ilk dikit ve sarkıtları, böyle nezih ve gıyabıyla sunan bir mağarada yaşamış olmasında da seviniyorum.
Evet dostlar; dere boyu yaban atlar nezdinde, avare bir günün ardından, kükürtlü su kaynağıyla karşılaşıyoruz. Turnagillerden kuşlara da ev sahipliği yapan bu yaban sürprize bayılıyoruz. İki gözden kaynayan(gerçekten tütecek kadar sıcak bir su) kükürt, az ilerisinde şarıldayan dereyle birleşiyor. Çakıl bir sahilden süzülen kükürt, dereye tam vardığı noktada girilebilir bir ısıya düşüyor ki; insanın kendine bir havuz inşa edesi pek tabii geliyor. Bilek derinliğinde havuz açıp, dereye nazır sebepleniyoruz. Bütün seyahat boyunca karşılaştığımız overland’ci iki araçla da burada karşılaştık. Akşam ayazında biraz sohbet, araç-gerece dair istişareler derken sızdık. Sabah pusunda dal-daşak kükürde çömüp, derede yıkanmak; geçtiğimiz ayın en tatlı deneyimlerinden idi, orası kesin.
Gürcistan seyahatinin son ayağı için, Samtredia kasabasına dönüyoruz. Arabayı burada bırakıp, iki günlüğüne tren ile, yeniden Tiblis’e gideceğiz. Derdimiz tiyatro… İlk gidişimizde bir oyuna denk gelememiştik. Anlaşılan sezon henüz başlamış, bu sefer seçebileceğimiz on kadar oyun var. Açıkçası bu ülkenin sanatla ne denli haşır-neşir olduğunu da merak ediyoruz. Zira başkentte her türlü sanat dalının ulusal bir eğitim kurumu mevcut. Ulusal Pantomim okulu bile var iken dostlar, bir oyun izlememek olmaz. Hele en haşmetli salonlarında Gogol’un Palto’sunu oynuyorlar ki… hoop! Ağır ol… mottoya ihanet olmaz, yer yok! Dert değil. Woody Allen’ın Kugelmas isimli öyküsünün uyarlamasını seçiyoruz. Seçtiğimize de pişman oluyoruz. İstanbul ŞT’nin lâubâli komedilerini pek aratmayan bir oyun izliyoruz, izlemesine de; asıl hayal kırıklığı maalesef oyun değil, seyirciler oluyor. Oyun sırasında ilgisiz muhabbet edenlerden tutun, telefon görüşmesi yapana, mütemadiyen çalan telefonlardan, uyarıldığı için teşrifatçı hanımefendiyle dakikalarca, aktörün sesini dahi bastıracak raddede tartışan “barzettin” ine kadar, rezalet bir seyirci. Reverans sırasında da, tıpkı ŞT’deki gibi ayakta alkışlıyorlar.
Adabı niyedir / Şakşakla bilenir. / Nicelik en sonda, / Nitelik oyun boyu sürendir.
Neyse oyunu geçelim, ulusal galeride sovyet öncesi Gürcü ressamlarının sergisinde şükür mutlu-mesut bir deneyim yaşıyoruz. 1900-1920 arası modern gürcü sanatı harikulade atılımlarda bulunmuş. Gelişimin henüz yolun başında kesilmiş olması yürekler parçalayıcı. Aynı müzenin sabit salonunda modern resmin yerel atası olan Niko Pirosmani’nin sergisini de geziyoruz. Bana Yüksel Arslan’ın fırçasını biraz hatırlattı… tabii fallik her öğeyi çıkartmak koşuluyla. Son gecemizi kapı-kapı dolaşıp, Amirim kokteylle, ben viskiyle cilalanıp, keyf’i meşk Gürcistan seyahatimizi kapatıyoruz. Yaşanan bütün çıkmazlara rağmen, ömrümün en tatlı kış tatiliydi diyebilirim. “Madloba” Kafkaslar!
Eee… durun hele. 1200km sürmüşüz Gürcü sınırına varmak için. Bu kardeşiniz piç etmez onca yolu.
Efendim Samtredia’da yeniden Gippo biraderimle buluştuktan sonra Karadeniz kıyısına sürüyoruz yeniden. Batum’a 50km kala, kışın insafına terk edilmiş bir yaz kasabasına varıyoruz. Gri kumlara basınca tekerler, Mahmud kardeşiniz turuncu tumanını kuşanıp, atlıyor yine çarşaf denize. Aşırı nemli, sıcak bir günün tortusunu silkiniyorum buz gibi suda. Dico yemeği pişiriyor, denize batan güneşi vakur bir sükûnetle izliyoruz. Ertesi gün sınırı geçip, Hopa’dan Borçka’ya tırmanıyoruz. Orman Müdürlüğü karı temizlemiş, Karagöl’e varıyoruz. Göl ise yarı donuk, etraf karlar altında. Kepçe ekibi burada, hâlâ çalışıyor. “Karda kışta ne etceniz, donarsınız” “Başımızı sokmayın belaya…” nidalarıyla caydırmaya çalışıyor ormancılar bizi. “Bir aydır dağlardayız babo” WTF is you talkin’ bout!!! Ulan ayıptır! Sen ormancısın, işin insanların mesire alanına gelmesini sağlamak ve gelen insana neler sayıyorsun. Beş para etmez, işin emeğini- kıymetini… , … Vatana dönüşün henüz ilk günü, hemen sağ olsun bir vatandaş şahsi fikrini empoze etmeye çabalıyor. Yarabbi… sen bizi bu eril zihniyetten kurtar, alayımızın çükünü yek celsede düşürt inşallah… Amin!
Neyse efendim, mübarek Ramazan’ın bu sıcak meltemle okşadığı, karlı Karagöl’de , bir başımıza, kâfirlere münhasır bir saatte(hava henüz kararmamış), sıcacık mantar çorbamızı ateş başı hüpletiyoruz. Yanına humus ve kaşarlı tost. Üzerinize afiyet, Güncü konyağıyla da bu kardeşiniz günü batırıyor.
Şu an size bunları (ertesi gün), Yusufeli, Altıparmak Dağları’nın eteklerinde, köyden bidonla mazot aldığım abinin tabiriyle: “televizyon gibi karşında” bir manzaradan yazıyorum. Köyler yeşermiş, yukarı yaylalar kardan kapalı, zirveler pak beyaz. Siyasi harita Artvin dese de, ne coğrafya- ne de insanı Karadeniz değil. Karasal kuşaktayız, Doğu Anadolu… hoş geldik. Uzun yıllardır buraya gelmeyi bekliyordum, çok mesudum. Bu arada Batum’da ayrıldığımız Çoruh Nehri’ni Borçka’da yeniden buluyoruz. Ertesi gün Yusufel’den nehri tekrardan takiple, Bayburt’a kadar varıyoruz. Geçtiğimiz yollar-dağlar-kanyonlar şahane. Yata-kalka yaban orman köşelerinde, şiiri gibi coğrafyalardan akıyoruz. Erzincan’dan sonra Sivas’a sürerken; Kızıldağ’dan geçerken(2300m) Kızılırmak’ın doğuşuna tanık oluyoruz. Bu kez de haşmetliler haşmetlisini takibe başlıyoruz. Eşim kısmen saplantılı olduğumu düşünse de, manzaradan şikayetçi olduğunu hiç sanmıyorum. Güneybatıya, Kayseri istikametine doğru(aslında amaç, iki gün içinde Ankara’da, Amirimin katılacağı bir panele yetişmek) ilerlerken; Çat ormanlarında yine bir subaşında konaklıyoruz. Nevşehir, Kapadokya’da hır-gürden uzak (evet! sizlerden bahsediyorum, lanet olası ATV turları) Peribacalarının arasında bir köşeye sıvışıp, kuruluyoruz. Fena bir sıcak, soyunup yıkanıyoruz. Taş abideler ve yıldızlar altında güzel bir kamp sonrası gün doğumuna, balonların ateşlenen nozıl seslerine uyanıyoruz. Onlarcası tepemizde dört dönüyor. Dünya Kültür Mirası olan Andrew Rogers’ın jeodezik enstalasyonu olan dikilitaşları da gördükten sonra, Kırşehir’e doğru, Hacıbektaş’a sürüyoruz. Çilehane’yi de şükür görüp, kayanın deliğine tıkılıyorum. Sonrası Ankara…
Bundan gayrı tek durak kaldı, tarla. Fındıklara gübre şart, organomineral pek tabii, 300tl olmuş çuvalı. 6. Ayda da solucan gübresi ve bor takviyesi derken, durum pek de iç açıcı değil.
Sonrası (eh be Mahmud, dahası da mı var) artık beyaz ev/ yeşil oda/ahşap masada “Öte Beri” kitabının kalan öykülerini yazma çabası olacaktır.
Kalın sağlıcakla…
Merzifon dolayları ve Trabzon olmak üzere, iki gece yattıktan sonra, Sarp kapısından Gürcistan’a girmiş bulunuyoruz. Baştan belirtelim nasıl bir araçla gezdiğimizi: 1987 model Land Cruiser Bj 60 kasa aracımızın adı Gippo. Ahbap bizlerle yaşıt, e sağ olsun bunca yıl kendine iyi bakmış, nice seyahatlerimizde bizi de sırtlar olmuş. Yalnız bizi değil; mütemadiyen taşımakta olduğumuz 70lt su, geceleri yatağa devrilen bagajımız, küçük bir buzdolabı, erzaklar, üstünde port bagajımız, stepne ve kitaplar… Son kısmı silelim, hanım sağ olsun “bunları okumuştur gizotti” deyip, alayını çıkartmış yolculuk öncesi. Ne âlâ, harita okumaya daha çok zaman ayırılabilir.
Efendim velhasıl, sınırı geçince Batum’a varmadan sağa sapıyoruz, istikamet dağlar…başkası da olamazdı zaten. Gürcistan’ın coğrafik yapısına üç büyük sıradağlar hükmediyor. Türkiye ile sınırı çizen Shavsheti(şavşat) ve Erusheti Sıra Dağları bir; ülkeyi ortasından bölen Meskheti sıra dağları iki; ve Rusya ile sınırı çizen kadim Kafkas Sıra dağları. Durum böyle olunca, ülkedeki yollar da pek tabii dağlara hürmet eder olmaş, altında ezilir olmuş demek daha doğru olur. Karadeniz kıyısından, doğuya Azerbaycan sınırına kadar giden üç karayolu bulunuyor. Duble otoban ise yalnızca bir adet; Batum’u tiflis’e bağlıyor. Onun da neredeyse yarısı henüz tamamlanmamış. Anlayacağınız Gürcistan’dan transit geçen tırlar olsun, gezmeye gelen turist olsun, bir yere varmaya çalışan yerel halk olsun, herkes tek şerit git/gel, bozuk satıhlı yollara talim.
Neyse biz gelelim kendi yolumuza. Belirttiğim gibi saptık Shavşeti sırtlarına, dağ tepesinde, Milli Parkta bulunan bir yaylaya sürüyoruz. Tek-tük evler dereboyu, sayfanı derli-toplu, harmanlığı çer-çöpten mahrum, allah için temiz yerler. Yol boyu turistik kahverengi tabelalar, hepsi de şarap rotalarını gösteriyor. Asfaltı bitirdik, beyaz betondan yolu da tırmandık, çift teker genişliğinde balçıklı-taşlı yola girdik. Poryaları kilitledik, dört çekere bağladık ya destur… Gülüm Dico tabii alışkın değil; uçurumu tırmanırken Gippo’nun götü atıyor, çamurda pati çekiyor, itelerken tepiniyor derken; bizim hanımın beti-benzi atmış korkudan. Ben tabii keyiften ağız kulakta mücadeleyi sürdürürken, “korkma tatlım, Gippo’nun işi bu” diye içini rahatlatmaya çalışırken, birden durduk! Karış kadar yolumuza araç boyu bir ağaç kökü devrilmiş. Yapacak bir şey yok, geri dönüp, kar hattının altına, vadi içinde dere boyu bir köşeye çekiliyoruz. Şimdiden uyarayım, bu seyahat “dere boyu bir köşede konaklıyoruz” lar ile dolu. On binlerce derenin aktığı el kadar bir ülkeden bahsettiğimi unutmayın lütfen.
Martın son günleri, gece ayaz. Nemli orman içindeyiz, dereden kesif nefes çağlıyor. Güç-bela yaş odunlarla bir ateş tutturup, şaraba banıyoruz. Gece uykumu bölüyor Gippo’nun metalini kurşunlayan dolu taneleri. Kuru ve sıcak olduğu sürece yatak, dünya dövünse ne gezer. Lakin Gürcü kazın ayağının öyle olmadığına çok yakında tanık olacaktık… Efendim sabah olmuş, dolu hâlâ bizleri döverken toplanıp, basıyoruz marşa. Amacımız yolu az geri tepip, Kela’dan Türkiye’ye paralel ilerleyerek, 2025 metrede bulunan Doderdzi geçidinden ülkenin doğusuna, kükürt kaynayan diyarlara yollanmak. Bismillah henüz ikinci köye vardığımızda, yolda alelade duran arabaları görünce: “yahu bu Gürcüler de ne laçka” derken, az ileride sebebini anlıyoruz. Sırttan koy vermiş kaya, yola düşüp (asfaltın da yarısını pert edip) oturmuş. Yolda kalan biraderlerin yanına dönünce, hoş bir türkçe ile muhabbet başlıyor. “yahu abey, senin vinç çekmez mi daşı” diye sorunca ahali, deneriz tabii diyorum. Deneyelim de dostlar, kaya en az 3-5 ton, halat dayanmaz bence. Lakin dağ insanı durumu hallice kendi yoluyla çözmeye alışık. Bağlıyoruz Gippo’ya kayayı, ağalar da bir ucundan; şükür bir aracın sığabileceği kadar yolu açıyoruz. Haydin eyvallah, yola devam.
Öncelikle; dolu taaruzuna ve yolları çiğneyen kayalara tanık olan birisi, işaretleri anlamalı ve daha yüksek irtifalara devam etmemeli. Lakin 2 yıldır epik bir yolculuktan mahrum bizim gibi kuduruklar, cehalete yenik düştü. 60 km yol: önce temiz asfalttı, sonra dingil patlatan çukurlara, oradan yine temiz asfalta, sonra çamurlu-çukurlu , sonra lapa lapa kar yağışlı, kar kaplı derken… Her şeyin pak beyaza durduğu, takrîbi 2000m irtifalara gelince, kar kalınlığı 3 metreyi buldu. Yol tek teker boyu, arazi 4L ‘de, Gippo ikinci viteste hırlıyor, gaz 1800 devir civarı (rpm göstergesi mevcut değil), motorun sıcağını kabine üflerken biz ise keyifliyiz. Ama yalan yok az bezginiz. Şu güne kadar tanık olduğumuz en aşırı sürüş deneyimimizi yaşıyor olsak da, 5 saattir dağları tırmanıyoruz. Gaz kesildi mi, kar bariyerlere düşmeme çabası bir yana; buzda bayırdan geri kaymama çabası bir yana; karşıdan biri geldi mi, kara tüneyen deve kuşu misali alelade bir cep yaratmaca derken… panaroma yaylalaştı ve açık bir zirveye vardık. “tamamdır, iniyoruz bundan sonra” derken, yolda duran bir Lada Niva ve önünde biz mercedes jip bulduk. Biraderin benzini bitmiş ve stop eden arabayı dağın tepesinde koy vermiş. Şükür 15 dakikaya benzin bidonuyla, arkamızdan başka bir 4 çeker yanaşıyor. Dostlar lapa lapa kar yağıyor, hava -10 derece, sigara içmeye dışarı çıktım. Kar içtim, duman değil. Uzatmayalım, hüsranı ballandıranlardan değilimdir; beş dakika daha sürdük ki, önümüzde 4 metre kar duvarı. Yanlışlıkla açılmış tek yolla son köye sapınca durdum ve polis aracıyla karşılaştım. “ babam” dedim… yok gerçekten “babam” dedim, “yol nereyedur?” dedi ki “kapalı.” Hüsran, nokta!
Geri dön şimdi, Batum’a kadar… Epik Fail!!!
İki gündür hangi yola baş koyduysak, kapandı. Seyahat boyunca yine çok duyacağınız başka bir “Kanıksatılmış da Mı Sana Satılmış(KAMSAS)” anısı daha… Beklentimizi kara gömüp, tıngır-mıngır saatte 10km hızla geri dönerken, yeni husumetil’ offroad’umuz vuku buluyor. Yola istiflenmiş bir sürü araç ve bir salona doluşmakta olan (hâlâ 3m kardayız) ahaliyle karşılaşıyoruz. Biri yolumuzu kesiyor, camı indiriyorum. “Hoş geldiniz ağabeyciğim. Cenazemizi kaldırdık, gelin bir yemek yeyin, sonra devam edersiniz…” “eyvallah.” Bir kenara kara yığıyoruz bizim arabayı, salona geçiyoruz. Dostlar; lapa lapa karda, 2200m irtifada, direk çatlatan soğuktan kapı bir açıldı… 10 metre uzunluğunda üç sıra masa, baştan sona yemek döşeli. İçerisi yüksek tavan olmasına karşın, insan nefesiyle ısınmış. Rahmetliye şükranlarımızı okuyup, dalıyoruz ziyafete. Düşen moralleri tazeledikten sonra geri dönüşümüze devam ediyoruz. Batum’a 20km kala, pek tabii nehir kıyısında geceliyoruz.
Hava Azerbaycan’da daha sıcak olacağından, Tiflis’te 1-2 gece konaklayıp, sınıra sürmek amacımız. Nehir başında uyanınca, vuruyoruz direk Tiflis’e 450km yolu. Çağdaş bir araba için 450km yarım gün tutabilir, lakin Gippo emektarla bu yol tam bir gün sürüş demek, tabii yol düzgün ise. Zira Gürcistan’da asfalt Türkiye standartlarına katiyen yanaşamaz, orası kesin. Kiraladığımız eve varınca, avlunun kapısını açıp içeriye giriyoruz. Atarlı bir abi bağırarak geliyor “NO! NO! NO!” avluya arabamızı park etmemize izin vermiyor. Evini kiraladığımız kız, bırakabileceğimiz güvencesini vermiş olsa da, bu beyefendi bizi men ediyor. Sokağa, çekilme tehlikesine rağmen park ediyoruz. Kaç gün oldu dostlar, şehirde otopark dahi bize kapanıyor. Şaka gibi ama değil. Ne hikmettir bilinmez, sonuncu da olmayacağı kesin. Şu an bu notları tutarken; Kazbeki dağı yolunda çığ tehlikesinden ötürü, güneş batana kadar kapatılmış yolun kenarında bekliyoruz… neyse sonra geliriz Kazbeki’ye.
Tiflis’te binalar blok taştan, üç katı genellikle aşmayan, geniş ve bitişik nizam. Dışarıdan halleri perişan gözüken evlerin, içi ise günümüz dekoruyla döşeli. Yine de genel setetik bir oturmuşluk taşıyor ve açıkçası dar, basamaklı ara sokakları olsun, mahalle başı bir kurnada bekleyen kiliseleri olsun; keyif kaçıran detaylara pek rastlamıyorsunuz. Kura Nehri’nin sırtlarına kurulu bu eski şehirde ana trafik arterleri maalesef nehrin iki yakasına döşenmiş. Kalbinden gün boyu akan trafikle, Tiflis’in haleti ruhiyesi kanımca zedelenmiş. Yine de dar sokaklarında kaybolmak, yahut ayin sırasında bir kilisede tüten buhur, su başında süren çelikten alayı unutturuyor.
Ada’dan kudurukluyuz tabii, en azından 100 basamak tırmanmasak rahat edemiyoruz. Sabahtan şehir sırtındaki tepeye, Tamara Hanımefendinin heybetli heykeline tırmanıyoruz. Gürcistan’ın anası kabul edilen bu zat’ı muhterem; bir elinde kılıç ile kudretini gösterirken, diğer elinde şarap tasını bereket nağmına taşıyor. Sayesinde muhabbetin de en fermente yerine varmış olduk. Bu ülkenin en kıymetli hazinesi şarap, dostlar. 5000 yıllık kilden fermente fıçıların kalıntısını halihazırda bulmuş olmalarına karşın, dünyada şarap üretiminin en azından 8000 yıl önce bu topraklarda başladığına inanılıyor. Size bunları şu an, Borjomi bölgesinin ladin ormanlarında, kuşlar semaisiyle yazarken; arabada, ülkenin 4 köşesinden topladığımız yedi şişe şarap eşlik ediyor. Mahsenci bir bayandan öğrendiğim kadarıyla, 500’e yakın üzüm çeşidi bulunan bu harikulade topraklarda, marka taşıyan kötü bir şişeyle ben henüz karşılaşmadım. Şarapçılığı çok ciddiye alıyorlar, çok da iyi ediyorlar. Şerefe…
Nerede kalmıştık… Tiflis. Yahu şehrin göbeğinde şelale var dostlar, dibinden de kükürt kaynıyor, daha ne olsun! Hususi bir havuza girip, bir saat kükürtle çam şiresi kıvamına bağlıyoruz. Üzerine de bütün gün tercüme kitap avında yürüdükten sonra, odamızda çerezlik bir akşam geçiriyoruz. Altı gün arabada yat-kalk derken, kükürdün üzerimizden attığı ölü deriyle Azerbaycan’a hazır hissediyoruz. Şu PCR meselesini bir öğrenelim deyip, ülkenin tanıtımını yapan bir ofise dalınca… seyahatimizin motifine yakışır bir şekilde, kara sınırının hâlâ kapalı olduğunu öğreniyoruz… Oynayan bir tiyatro da bulamayınca, vuruyoruz Kakheti bölgesine. Azerbaycan’ın komşusu olan bu şarap bölgesinin kuzeyinde ise Kafkas Dağları mevcut. Yaz boyu karlı zirvelerden esen serin havayla tütsülenen platoda, gözün görebildiğince üzüm bağları uzanıyor. Lagodekhi Orman Reservi’nin çeperinde (bildiniz) yine bir dere yanında, dağ manzaralı geniş bir çayırda meskan tutuyoruz. Sabahına orman içinde bulunan bir şelale rrotasını yürümeye koyuluyoruz. Git-gel 16km, ne hoş. Güzergâhın 1. kilometresinde derenin aşılması ve komşu sırtı takip etmemiz gerekiyor olmasına karşın, pek tabii yine bildiniz, Nisan ayı eriyen karlarla gürüldeyen dereden, karşı sırta bir türlü geçemiyoruz. Gülmek dışında yapacak bir şey yok, yola devam. Şu noktada bir asteriks açmakta fayda var:
Gürcistan’a seyahat etmeyi düşünen dostlar için; Nisan ayından önce 2000 metrenin altındaki dağ geçişleri, Mayıs ayından önce 2500 metrenin altındaki dağ geçişleri ve Temmuz ayından önce 3000 metrenin altındaki dağ geçişleri kapalı! Ayrıca bahar başı olan Mart-Nisan ayları, ısınan kayalar ve eriyen kar suları sebebiyle, açık olması beklenen bir yola da toprak kaymış yahut bir kaya tarafınca göçertilmiş olabilir.
Yine de aracımızı sürmekte olduğumuz dağ yolları olsun, “Şanti-trans”(ehli keyif 2. ve 3. viteste,cam açık şekilde, amaçsızca sürüş hali) geçtiğimiz köyler olsun; yabancı tek araç görmedik. Yerel turist de pek görmedik. Pek saygı değer, kazıkçı turist rehberlerinin tabiriyle: Nisan ölü sezon. Pek tabii an itibariyle bu ülkede 1500km sürmüş olmama karşın, ölü pek bir şey görmedim. Pardon… düzeltiyorum: bir baykuş, bir serçe, birkaç köpek ölüsüyle karşılaştım. Yüzlerce kepenk indirmiş yol kafe-restoranları da cabası.
Yolculuğun bu kısmında Azerbaycan sınırından, Abhazya sınırına kadar Kafkaslar’ı takipte kalacağız. Bu günün amacı yine yüksek irtifada bulunan Omalo’ya varmak. Taş evli köylerinden süzülerek, dağ yoluna sapıyoruz. 20km sonra yol Hara-hura(şavşat bölgesinden bir abinin ağızıyla;tabiri yerinde ise “boktan!” demek) hale gelince; “tamamdır, leziz yerlere varacağız” diyoruz. Bir 20km daha gidiyoruz ki, ne karşıdan gelen var, ne bizi takip eden. Dağ arasında bir şantiyeyle karşılaşınca, durup babalara danışıyoruz. “Omalo?” Çapraz iki kol… yol kapalı. Az gerileyip, yosunlu ağaçlar altında, kebap kıvamında kuru odunlarıyla ve iki yönünde karlı iki zirve manzarasıyla kampa çömüyoruz. Harlı ateş, sıcak yemek ve şarap eşliğinde cilalıyoruz Meşki meskanı.
Yeni bir gün, istikamet Kazbegi Dağı ve meşhur Gergeti Trinity Manastırı. Ülkenin en ünlü destinasyonu olan bu bölgeyi, Dico önceki gelişinde gördüğü için, benim de beğeneceğimi düşünüyor. Hay-hay vuralım. Gürcistan- Rusya otoyolunun sınıra yakın bir noktasında bulunan bu majestik dağ, aynı zamanda ülkenin en yüksek 3. Zirvesi. Sınıra 50km kala, yüzlerce tırı yol kenarında ipe dizilmiş buluyoruz. Kalleş Putin’in Avrupa’dan ambargo yediği şu zamanlarda, bunca malın ülkeye akabileceği tek kaynak var, Türkiye. Gördüğüm kadarıyla tırların %30’u Türkiye iken, %60’ı Rusya ve %10’u Gürcistan plakalı. Bunların dışında yolda yerli ve rus plakalı araç da gırla. Gürcistan’da gittiğimiz bütün turistik şehirlerde Rus miktarı ayyuka çıkmış, babasının köyüymüş gibi Gürcüler’den hizmet bekliyorlar. Tavırlarını pek hoş bulmadığımı belirtmek isterim. 18.y.y. emperyalist züppeliği kokan küçümseyici bakışları, bana Afrika’da gezen İngilizler’i hatırlattı. Ülkede ikinci dil Rusça bu arada, coğrafi-politik başka dertler de mevcut ki, birazdan gelirim.
Evet efendim, kayak merkezi bulunan Gudauri’yi de geçmek üzereyken, bizim şeritte peşi-sıra stop etmiş arabaları görünce; “Ahan da boku yedik!” dedim. Az ileride 2370 metrede bulunan Jugri Geçidi’nin kapalı olduğunu öğreniyoruz… Madem öyle, 100’e yakın araç neden bekliyor, bu bir. Bu yol sınıra gidiyor, yüzlerce tırı gördük gelirken, bu yol o sebepten kapalı tutulamaz, bu iki. Birazdan bir polis aracı geçince, durup bana izah ediyor “7 o’clock!” Basıp,gidiyor. Saat öğlen 3. Sabah 7’de mi geleyim, akşam 7’de mi açılır derken, ingilizce bilen başka biri izah ediyor durumu. Çığ tehlikesi nedeniyle yol kapatılmış, güneş batınca koy verilecek. Bahar güneşi, millet t-shirt ile, yine de 2 metre kar var, biz ise kayak merkezinde yol kenarındayız. Geçebileceksek sabahı da bekleriz babam, yeterki kapalı demeyin… Gün batıyor, geçit koy veriyor (muhteşem manzaralar, allaha emanet tüneller eşliğinde) Kazbegi’nin eteğine varıyoruz. Hızlı bir sandöviç, Webasto’yu 1-2 saat fişekleyip, ılık-ılık sızıyoruz. Sabah erken uyanıp, manastır yolunu tırmanacağız. Yol kar ve bayır. Yarı yolda Gippo’yu bırakıp, yayan devam ediyoruz. Her şeye rağmen güzel denk gelen vukuular da olmuyor değil. Şansa bugün Pazar. Manastıra varınca ayini yakalıyoruz. Kara kayak tulumlarıyla üç papaz delikanlı dışında 4 kişiyiz, ikimiz zaten hristiyan değil. Fresklerden eser kalmamış ama şiir gibi bir konumda oturuyor mabet, maaşallahı var. Daha iyisi için yüksek Himalayalar’a gitmek gerekir, diye düşünüyorum. Geri dönerken, kara sıkışmış birkaç minibüsü Gippo ile kurtardıktan sonra, yol kapanmadan geçide vuralım diyoruz. E tabii az biraz da dağların bu yakasında beklemezsek olmaz. Neyse iki saate salıyorlar, geçip sürüyoruz güneye doğru…
“Hayırdır Mahmud efendi, hani Kafkaslar’ı takipte sürüyordun” diyebilirsiniz. Şöyleki dostlar; Ülkenin tam göbeğinde, Kafkaslar’dan neredeyse Tiflis’e kadar varan ve Gürcistan’ın yaklaşık 9’da birini kaplayan, Güney Ossetia isminde özerk bir bölge bulunuyor. Rusya sempatizanı bu otonom bölgede, anladığım kadarıyla merkezi Gürcü hükümetinin pek bir söz hakkı yok. Turistlere (rus olmayan) off-limit tutulan bu bölge sebebiyle, batı yerine güneye, özerk bölgenin etrafından dolaşmamız gerekiyor. İstikamet özerk bölgenin hemen sınırında bulunan Gori isminde küçük bir şehir. Bu arada bir asteriks girelim:
Gürcistan’ın hemen-hemen her şehri ve kasabasında Ukrayna’yı destekleyen sarı-mavi bayraklar ve reklamlar görüyoruz. Olası bir Rusya zaferinde, yarın birgün AB’ye girmek isteyen Gürcistan’ın da aynı kaderi paylaşabileceğinin, burada herkes farkında. Gori şehrine dair küçük bir detay; Stalin’in doğduğu şehir olarak atfedildiği üzere, şehrin iftiharı gururu da Stalin Müzesi. Bir noktaya kadar bronz bir tam boy Stalin heykeli de bulunuyormuş şehirde, fakar Ossetia bölgesinden bir köy halkı Stalin heykelini bir geceyarısı öalıp, köylerine götürmüş. Gori halkı için anlaşılan, heykelin göçü pek bir sıkıntı yaratmamış. Dediğim gibi, Gürcistan’ın gözü AB’de… Rusya ise şu an için, coğrafyanın sonabileceği turistik hizmet sektörü ve kaçakçı mafyalarının hükümet tavizine bağladığı haraç sermayesiyle yetiniyor. 30 yıllık bu demokrasinin göreceği dah nice entrikalar eminim kapının eşiğindedir…
Yeni birgün; çamaşırlar yıkanmış, biz yıkanmış, araba hâlâ İstanbul’un tozunu tutuyor; bizler yoal koyuluyoruz. İlk çağlardan kalan, oyulmuş kaya şehri Upliskhe’ye gidiyoruz. 3000 yıldır kil testilerde fermente edilmiş şarabıyla bu şehir, İpek Yolu’nun Kafkasya ayağını tutuyormuş. Orta çağlarda inşa edilmiş tuğla kilise dışında; şehrin peysajı, üzerine kurulmuş olduğu tepenin kireç taşı oyularak şekillenmiş. Şu an pek tabii sivilceleri patlatılmış, ergen bir dağ yavrusunu andırıyor. Arkeolojik alanda bir de mahzen bulunuyor ki, bölgenin üzümleri halen ilk çağlardaki gibi işlenerek, o zamanlardaki gibi şaraba dönüştürülüyor. “0” kükürt, “0” ilaç, “1-2” gereç. Tadıyoruz şişelenen dört çeşidi de. Sirkeden ve çamaşır suyundan hallice bir beyaz ve aynı raddede bir tatlı kırmızı tadıyoruz. Diğer beyaz gayet enteresande. Son kırmızıya dair hislerimi dışa vurup, arkaik mahzencileri kırmak istemem. Zira onların sayesinde nakşedilmiş ipeğin yoluna fermente üzümler, milenyumlar boyu…
“Ardahan’a dönerken uğrarız” diye düşünüyorduk, fakat madem yakınız; “Overlandciler arasında 50km’nin lafı mı olur” şeklinde, Borjomi’ye doğru sürüyoruz. Efendim Avrupa’nın en geniş Korunaklı Tabiat Parkı olarak anılan bu dağ ormanlarıa araç ile girmek kesinlikle yasak. Günübirlik yahut gün aşırı trekking rotaları ile dizili milliparkta şu an itibariyle, parkurların çoğu kar sebebiyle kapalı. “5. ayın sonu” diyor abim ve yayan bir biçimle, bir sonraki sefer görüşmek dileğiyle ayrılırken; ziyaretçi merrkezindeki kardeşime, kamp kurabileceğim bir yer soruyorum. Nehrin karşı yakasındaki sırtların tiyosu ile, ladinlerle fokurdayan, Dico’nun tabiriyle: “ateş yakmaya kıyamazsın, ve yakmamalısın da”, paktan da yumuş bir ormana, babuşların arasına bir köşeye sıvışıyoruz. Çi-pet-pet’li kuşlar semaisi ile; ben mürekkebe, Amirim hamağa gömülüyoruz. Mevsim erken bahar, gece kış ortası, Gippo çelikten bir YURT…
Kurucu David’in (beylikleri bir sancak altında toplayan kral) başarılarının temsili olarak inşa ettiği başkenti Kutaisi’ye varıyoruz. Eşiyle, İtalya’da dil bilimi okurken tanışmış olan Gürcü bir hanımefendinin evinde iki gün konaklayacağız. Fırsatını bulduğunda muhabbet tellendiren bacımın hakim olduğu 3-4 dil olmasına karşın, anaçlığı ve yardım severliği tam yerel lezzette. Konunun rotasını mütemadiyen çinli misafirleri ile kesinlike iletişim kuramamasına ve alman konukların ne denli robot gibi mesafeli olmasına getirip duran linguistik bacımız sağ olsun, her ihtiyacımıza koşar haldeydi. Açıkçası Gürcistan’da genel olarak, döner çeviren ve benzin pompası tutan adamları saymazsak; hizmet eden, yol kenarında bir şeyler satan, pazarcılar, otelciler, müzeciler, gişeciler, v.s… her insan kadın. Gün içerisinde girdiğimiz her restoranda da çaçadan zoma dönen adam miktarı ise gırla… Güzel, hoş sohbet çıkıyorlar ve hepsi arabalara atlayıp, evin yolunu tutuyor. Gördüğüm tamponsuz arabaların sayısı rahat 1000’i bulur. Arada bir bağ olduğu kesin.
Neyse efendim; Kutaisi’yi yavru-vatan belleyene kadar yürüdükten, sabit pazarını gezdikten, boy boy kilise mumları istifledikten ve en meşhur katedrali olan Gelati Kompleksi’ni de gördükten sonra kuzeye yöneliyoruz. Bu arada uzun yıllardır restorasyon çalışmaları devam eden Gelati’nin içinde, gürcü ortaçağ freskolarının en leziz örneklerini bulduk. Kral David’in 12.y.y.’da yaptırdığı katedral aynı zamanda Kraliçe Tamar’ın (David’in torunu) taç giyme törenine de ev sahipliği yapmış. Bir de kaldığımız mahalle’nin tepesinde bulunan Bagrat’ın Kilisesi varki; bu ikisi Gürcistan’da gördüğüm en etkileyici mabetler oldular. Türkiye’deki cami kadar burada kilise var; kimisi ücra köy çayırlarında, kimisi metropolde ara mahalleye sıkışık, kimisi en haşmetli dağ uçurumlarında, kimisi üzüm bağları arasında, kimisi ise 1000 yıldır ziyaretçi hacı çekiyor… Milenyum boyunca, hepsi de üç aşağı beş yukarı aynı tasarımı taşıyor. Çağdaş mimari tek bir kilise gördüm; onun da kapısında allahtan LED panoyla dua akmıyordu. Çoğu şeyin Gürcistan’da henüz boku çıkmamış, sevindirici.
Kutaisi’ye yakın sayılan Promethius Mağarası’nı görmeden gitmeyelim, diyoruz. Sürüyoruz kapısına, suratı asık bir abi, çapraz kolları. Tadilat nedeniyle 6-7 Nisan kapalı. Bugün 7 nisan… Şaka gibi, ama değil. Neyse, yola devam.
Daha İstanbul’dan çıkmadan önce, Gürcistan’a dair kafamıza taktığımız tek bir yer vardı ise, o da Ushguli’dir. Yolculuğun bu etabının ne kadar zor olabileceğini tahmin ediyorduk, lakin seyahatimizin alınyazısı kendini Gippo’nun paslaşan boyasına çamurla kazıdıkça; Ushguli’ye bu mevsim olaşabileceğimizden gerçekten şüphe duyar olduk. Halihazırda Kutaisi’nin kuzeyinde bulunan Lashketi şehri üzerinden Ushguli’ye uzanan yol, 6. aya kadar kapalı olan, 2623 metredeki Zagaro Geçidi sebebiyle mümkün değil. O yüzden Abhazya sınırından, Svaneti bölgesinin kalbi sayılan Mestia yolunda bulunan Ughviri Geçidi’nden (1923m) Ushguli’ye ulaşmaya çalışacağız. Batı Kafkasya’dan topladığı eriyen karları, Karadeniz’e kadar taşıyan Enguri Nehri’ni takiple
Yaklaşık 150-170km bir yolumuz var. Boy boy karlı zirvelerin gölgesinde, vadi tabanından, %2- %5 bayırlı, tek şerit yolda sürerken; mütemadiyen dökülmüş irili-ufaklı kayalar yüzünden hız kesmemiz gerekiyor. Yine de yol keyifle akıyor. 850m irtifada, Mestia’ya 45km kala, günü Utviri Dağı’nın (3270m) eteklerinde bitiriyoruz. Neredeyse bir haftadır ara yağmurlar ile geçen ıslak günler, hâlâ inadı sürdürürken; bir yatak, bir koltuk yurdumuzda henüz dar alanlarcasına afakanlar basmadığı için mesuduz. Sanırsam işin sırrı camlarda. Genelde açık tuttuğumuz manzaramız sayesinde, saatlerce mahsur kalsak dahi, içimiz daralmıyor. Günün sonunda, gittiğimiz yerlere evi taşımaktan ziyade; vardığımız doğayı içeri buyurmak değil mi amacımız zaten. E tabii bir noktaya kadar…
Ertesi gün Maestia’ya varıyoruz. Şehir 1500m rakımda karlar içinde. Şehir dediğime bakmayın, kasabadan hallice. Kayak merkezine devşirilmeye çalıştıkları bu bölgede, oteller irili-ufaklı inşaata koyulmuş. 5 ila 10 sene içerisinde hakkıyla yüksek plato şehri olabilir. Şimdi ise münferit çabalarıyla kayak sezonunun sonunu yaşamaya gelmiş 3-5 yabancıyı ve bizi ağırlıyor Mestia. Şehrin en ücra sokağında (pek tabii bildiniz), karlar arasında bir dere kıyısına çekiyoruz arabayı. Atlar kar altından rıskını çıkartırken, dört yönümde dört farklı zirve ve Svaneti’nin simgesi taş kuleler. “Sarhoş olalım” diyor Amirim, bizim araba dönüşüyor bir bara. Dolaptan beyaz şarap, altımızdaki koltuk mahzenden kırmızı şarap, kara gömülü biralar derken; inci feza altında, ayın tenine çalan karlar arasında, horultulu-mışıltılı gömülüyoruz geceye.
Evveet… büyük gün. Ushguli’ye gideceğiz. 46km yol. Lakin dün gece ipin ucunu kaçırdığımız için, bu sabaha çay ile başlamak pek mümkün olmuyor. Amirim arkada yatağa gömülü, yine yaş bir sabahta sürüyorum arabayı. Şükür 10-15km sonra güneş açıyor, duruyorum. Ocağı çıkartıp bir gözde çayı, diğerinde ise çırpılmış yumurtayı pişiriyorum. Üç kaplan toplayıp, çayın da lütfuyla; 1923 metredeki son dağ geçidini aşıyorum. Coğrafya bam-başka artık.