Seher vakti düÅŸtüm yola. Otobüsle Kamboçya’ya geçiyorum. Sınırda; Tay yakası muntazam kuyruklar, klimalı koridorlar, yön belirten tabelalar derken; Kamboçya yakası hengame. Ä°kisi arasında da, gümrükten muaf casino oteller. Binlerce insan refaha mı dersin, keÅŸmekeÅŸ mi istersin, akıyor iki ülke arasında. Lakin bu sabah sınır özellikle cümbüÅŸlü. Çin yeni yılındayız efendim. Casinonun önüne çekmiÅŸ bizim otobüs, vize peÅŸinde koÅŸanları beklerken; sahneye ÅŸahane bir koltuktan misafirim. BüyüÄŸünden küçüÄŸüne bir grup, insan piramidi yaparak göÄŸe tırmanıyor. Akabinde davullar ve çanların teÅŸvikiyle ejderha boy gösteriyor. Fezaya asılı sembolik sunağı (maruldur kendisi) mideye indirip, ufalıyor. Artık ver patlasın fiÅŸekler, kız kaçıranlar, çata-patlar ve yığılmış çift milletten insanlar.
HoÅŸ gördük efendim; müÅŸkülpesent geçirdiÄŸim Tayland günlerimden sonra, pelesenk avarelikle sürecek Kamboçya günlerime.
Gezip-görmeyi, salt vaktimizi geçirdiÄŸimiz ÅŸehirlere ve kalıntılarına atfetmek yeterli olmayabilir; zira yollarda sürüklediÄŸimiz zaman, gördüklerimizi sindirmek ve deÄŸiÅŸime vâkıf olabilmek adına, elzem gibi geliyor…ya da gidiyor ves’selam. Yakın geçmiÅŸe kadar seyyahları bilir ve saygın kiÅŸiler kılan, yollarda geçirdikleri zamanlar idi.
Kamboçya’nın güneyi Shinaukville’e giden otobüs yolculuÄŸumun Bangkok’tan beri 13. Saatindeyim, önümde ise 10 saat daha beni bekliyor. Tayland’ın paralı otobanları, ücretsiz duble yolları boyunca, ya fizana uzanan çayır orman ya da sanayiyle baÅŸlayıp, zibil dolusu alış-veriÅŸ merkezleri akabinde mahaleler sürüsü ÅŸehirlerin trafiÄŸine dalarsınız. 150 saniyelik kırmızı ışık küfür gibi gelse de, bir amaca hizmet ediyor. KompaktlaÅŸan yaÅŸantıyla, hepsi-bir-arada ÅŸehirlerin reklamları da doÄŸal olarak nicesiyle. Ä°ki buçuk dakika ara vermiÅŸ bulunduÄŸunuz seyahatinizde; görkemli billboardlarda baby-face bir abi yahut abla, telefon uygulamalarıyla ilintili bir saçmalık adına, gözünüzü yormaya mükelleftir misal.
Kamboçya’da ise, ülkenin üç büyük ÅŸehrini baÄŸlayan tek ÅŸerit asfalt bir yol vardır. Yol kenarı toprak tabanlı tek sıra asma evlerden ibarettir. Arka sokak yok, mahalle yok, sade ekimlik tarlalar ve ufukta aÄŸaçlar. Bahçede tasla yıkananlar, akÅŸam yemeÄŸi hazırlayanlar, taÅŸ yontanlar, tuÄŸla örenler, nevresim deÄŸiÅŸtirenler v.s. 10 metre ötemde seyirlik geçiyoruz. Dikkatimi çeken tek cins tabela; bira markasının 5,000,000 dolarlık çekiliÅŸ ikramiyesi (tahmini, dil bariyerinden mütevellit).
Belirtmekte fayda var; çöpünü bahçede yakan milletlerden Kamboçya, zibil ve duman gırla. Her tabela $ dolu, yerel kurlarını yetim tutarak, topuklarından sıkmış bulunuyorlar, kendilerini. Hayırlara vesile, diyelim.
Kamboçya
2/19
kamboçya/ laos
Koh Rong Samloen isimli bir adadayım. Motorun bıraktığı doÄŸu yakasından yarım saat süren patikayı yarıp, adanın batı yakasına geçiyorum. Denize nazır, sarı kum plajda, sırtım ormana dayalı, münferit çadırımda üç gece konaklayacağım. “No wi-fi zone” ÅŸükürler olsun.
ÇoÄŸunluk, gününü hamakta kitap okuyarak geçiren insanlarla dolu(ciddiyim), cennetten bir köÅŸe alemde keyfimdeyim. Bizim de aÅŸağı kalır yanımız yok, “Initiation into Hermetics” kitabımın teorik bölümünü bilmem-kaçıncı-kez hatmetmek amacıyla okuyorum.
18:30 denize batan güneÅŸi kıyıdan takipteyim. Kızıl ejder sislenirken mığrıpta, beÅŸ dakika tepesinde sıskacık hilal belirdi. Eflatun göÄŸe ardınca güneÅŸin, kanlı ayın da yitmesi pek sürmüyor.
Saat 23.00 elektrik ÅŸalteri kapanıyor. AteÅŸ başında Yeni Zellandalı bir ahbapla püftürüyoruz. Neredeyse Orion’u seçemeyeceÄŸim kadar ışıldıyor fezalar. Gece ufkunda yeÅŸil ışıltılar gözüküyor, yeni ahbap buyuruyor: ”Kalamar botlarının ışıkları, yeÅŸile bayılırlar.” Saatler mi saniyeler mi bilmem, zira günü dahi yitirmiÅŸ bulunmaktayım, tüten közler eÅŸliÄŸinde ben de özüme parçalanmaktayım. Farkına varmadan daldığım uykunun habercisi hatırladığım son naralar; kıyıya vuran floresan planktonların ve ÅŸevk dolu ormanın gece sema’ları.
Hafif balık sosuyla bezenmiÅŸ mango salatası sonrası, yürüyüÅŸe çıkıyorum. Adada motorlu araç yok, zira yol da yok. Salt patika gömülü ormanla döÅŸeli. Kuzey yakasına ulaÅŸmaya çalışsam da, omuz boyu suda bir saate yakın itelemem gerekeceÄŸinden, güneÅŸ batmadan batı yakasına dönüyorum. Hamakta avare, gün batımına hayranlık emareleriyle Samloen’de bir geceyi daha ediyorum.
Adanın güney tepesinde bulunan deniz fenerini keÅŸfe çıkıyorum. Kime danışsam, fenere giden tek yolun doÄŸu sahilinden geçtiÄŸini öÄŸrensem de, kabul etmekte zorlanıyorum. Ä°nat perçinleniyor ve kendimce bir yolun peÅŸine düÅŸüyorum. Onlarca patika mevcut dostlar. ÖÄŸle gölgemi solumda tutmaya çalışarak, güneyi takipteyim. Kanopinin kapattığı loÅŸ bir kayalığa varıyorum. Yek kayadan oyulmuÅŸ bir Ganesh karşılıyor beni. Biraz ilerisinde Frig misali anıt bir kapı. Burada ne iÅŸleri var, hiçbir fikrim yok. Tepemde uçuÅŸan, yanımda gözleyen, arada bir de feryat-figan çığıran maymunlarla ve buram buram doyuran orman kokusuyla dört saat sonunda, kendimi doÄŸu yakasında buluyorum. Ä°lginçtir; iki gündür aradığım yerlere varamıyorum. Avare dedik ya, ona yoralım.
Turkuaz deniz maviye soluyor, sarıya dönüyor, laciverte kaçıyor ve karaya batıyor; yine yeniden varan geceye okkalı bir buseyle ÅŸükürlerimi sunuyorum.
Hamakta Mahmud
bıyıkta tuz
dudakta duman
dilde keyifli sözlerle
Yeniden Samloen’de ötüÅŸmek dileÄŸiyle…
Koh Rong Samloen
Phnom Penh
Dört asil gerçeÄŸin kesiÅŸtiÄŸi kavÅŸakta, beton bir bankta takipteyim. Khmerlerin zamane baÅŸkentinde, bu kavÅŸakta; Akasya aÄŸacı altında bir tamirci. Arka tekeri patlak, amuda kalkmış bir bisikleti tamirde (tamir etmekte). Birbirine sapan dört gerçekten ise; ziyadesiyle motor, haliyle tuk-tuk, biraz da araba yarıyor. Kamboçya’da bisiklet sürerler, aktif insanlardır diye beklerken, kornasız motor sürenlerle karşılaÅŸtım. Romantik yanım bir tokat yedi, belirtmekte fayda var.
Ä°ç lastiÄŸin patlağını arıyor tamirci baba. Sıkıntı, elinin altında ne leÄŸen, ne de kabarcıkları gösterecek su var. Lime-lime patlağı arıyor. O sıra motorun birini çekerek getiriyor birader. Tamirci motorla ilgilenmeye baÅŸlıyor. Bisiklete ara sıra dönerken; yetiÅŸen üçüncü motorla, iÅŸ gücü iyice bölünmüÅŸ oluyor. Haliyle gecikmiÅŸ bisikletin sahibi hanımefendiye, motoruyla çalışır) refakatçi bir dayı katılıyor. Yılmaz iradesiyle budist tamirci, akıp duran dört yolun köÅŸesinde, hakikatin her ilkesiyle yüzleÅŸiyor.
Her akÅŸam tekrarlamak koÅŸuluyla; kerhaneler sokağında fransız bir abinin, henüz on gün önce iÅŸletmesini aldığı, 2 masa ve 10 sandalye taşınmazıyla beraber, sokakta kömür ızgarasıyla mevcut, ayak üzeri bir müessesedeyim. Phnom Penh’in her muhitinde ÅŸaÅŸmaz bakiliÄŸiyle, sokak kenarları motorlarla sıralı. Karşımda; KurbaÄŸa Dersi Bar, Deli TavÅŸan Barı, Öpücük AÅŸk Barı dizili. Ara-sıra volta atan müÅŸterileri görünce, etek düzelten hayat kadınları; aksi durumda elinde telefon, pineklemek le meÅŸgul.
Bizim mekanda ise; ızgarada kalamar ve karides kavrulurken, iki-üç çocuk neÅŸeyle oynuyor. Boyundan büyük bisikletiyle sokaktan geçen küçük bir oÄŸlanın peÅŸinden ondan da küçük , yalın ayak bir kız koÅŸuyor. Karşı kerhanenin aÅŸçısı elinde tabure ve tir tas eriÅŸteyle kapı önüne çıkar. PeÅŸinden el kadar bir kız, ayak sürterek gelir ve eriÅŸtenin başına oturur. Çubuklarıyla süpürdükten sonra yemeÄŸi, ödülü olan telefonu annesinden kapar. AyyaÅŸ bir dayı elinde 50’lik ile sürünürken sokaktan, ilgisi bizim miniÄŸe takılır. Kız yüz vermez, dayı devam eder. Bunlar olurken, ızgarada kavrulma sırası kurbaÄŸaya gelmiÅŸtir. KomÅŸu kadınlardan biri: “beni unuttun mu?” diye sorar. Hanginizi unutmak mümkün ki, diye düÅŸünüyorum. Kakara-kikiri çocuklar, diye düÅŸünebilirsiniz; lakin boy atmaya baÅŸlayan her kardeÅŸ, eÄŸer okumuyorsa, bir iÅŸin elinden illa ki tutuyor. Ä°ÅŸ gücünün 3’te 1’i çocuklar, diyebilirim.
Laos vizesi için geldiÄŸim baÅŸkentte, konsolosun 5 güne daha ihtiyacı olduÄŸunu ( Türkiye pasaportumuzdan mütevellit) öÄŸrenince, kafa kağıdını orada bırakıp, kuzeyin tadına bakmaya karar veriyorum. Ä°ki sıkımlık canı kalmış bir minibüste -15 kiÅŸi olabiliriz- camlar açık, cereyan fora, Tonle Sap nehrini takiple, ülkenin kalbinde bulunan büyük göle (Tonle Sap Gölü) yoldayız. Ön sıramda, iki yaşında kömür gözleriyle, kucakta yolculuk eden bir kız-kardeÅŸ bakışlarını bana dikiyor :
“Ruhunda ağırlık tutan ÅŸeyi bırak, ona ihtiyacımız yok”
Derken; kara elmasları kalkıyor üzerimden. Efsun çarpmış bir halde varıyorum, Kampong Chhnang bölgesine.
Kampong Chnnang
Japon iÅŸi -60lar’dan tahminimce- arka freni göbekten, solgun gri bisikletteyim. Ya destur, çıktım avludan.
Düz sokaktan kavÅŸaÄŸa
Asfalt boyu varınca çarşıya
Daldın mı toprak bir araya
Ara, artık sokak değil
Kızıl toprak altından akar nehir
Bir ÅŸerit de gökten çalarsın maviyi
Oradasın.
​
AÄŸaç direkler sırtında asılı, çivili ahÅŸap evlerle dizili toprak yol boyunca, Tonle Sap nehrine takipteyim.
Daha önemlisi, insanları…
Boddhisatvalar’ın selamı kurban olsun, onlar ki; selamı neÅŸeyle görebilen, güzide insanlar.
“sui, si dai”
​
Åžükür, en güzelinden insan görebildik, diyebiliriz.
Dostlar; ha bu aÄŸaçları meyvaların
Ne denli ateÅŸ ediyorsa
Pasif buddhizm de
O kadar tadında, insanların yüzünde.
​
Zira “pasif” dedim; bulunduÄŸum noktada bisiklet nüfusu artmış olsa da, motor hala el üstü. Toprak yolda ziyadesiyle terimle, aheste akıyorum bisikletle. Merdivenden çığırıyor bir vatandaÅŸ “Hello!!!!” Soldan tekrarlıyor, oyuna ara veren çocuklar “Hello, hello!!” Geçit merasimiyle, tarla boyu evlerde selama duruyorum. Nehre kayık indiren biraderlere el atarken, balıkçı bir dayıyla kamboç tütünü püftürürken yahut eve dönen öÄŸrencilerin aktif çetesine dahil sürerken; spastiklere özgü içten gülücükleri suratımdan katiyen atamıyorum.
​
Gül-gülistan-gülen Khmer-gü’nden- g’ye…
​
Sabah 10’da sıcaklık kendini gösterirken, öÄŸlen dedin mi adamı yakıyor haÅŸmetlimiz. Demirden atımı dayayıp süs bir palmiyeye, lokantanın gölgesine çekiliyorum. Abla saolsun buz dolu bardakla yetiÅŸiyor. Halihazırda masada bekleyen porselen demlik yasemin çayıyla dolu. Buzlusundan 2-3 tanesiyle, yatıştırıyoruz Mahmud’u. Çiftçi isyanda: birinci yılında pabuçla, yirmi yıllık ÅŸortuyla, onbeÅŸinde atletiyle ve yakası kalkık tarla gömleÄŸiyle takarken kasketini;
“fındık tarlası gibi yanıyor, mübarek” diye düÅŸünüyorum.
Break- Breath- Beneath- Sun
Battambang
Devir nefes yamacında GüeÅŸ’in, yine yek yabancısı olduÄŸum bir otobüsle kuzey-batıya, yine de göle yakın civarda yoldayız. Asılı barakaları ve dereye dizili kayıkları geride bırakıp; Tonle Sap Gölün’den beslenen Sangker deresinin içinden geçtiÄŸi, kara ÅŸehri Battambang’a varıyoruz.
Adadan ahbap fransız bir çiftle aynı motelde karşılaşıyoruz. Gölgede hal-hatır derken; “Goodday sir” yaşı olgun bir abiye selam veriyorum.
“I’m Ned, don’t have to call me sir.”
Dünya Öykü Günümüz kutlu olsun. Ä°lham cadısının bir lütfu kılığında hayatıma dalan bu meczup hayalperest, 1950 doÄŸumlu bir Amerikalı. Philip k. Dick’in hafif paranoyak döneminden bir karakter niteliÄŸinde, uzun lakin haddinden zayıf bu beyefendiyle tanışıklığımızın 1. Saatinde “a scholarly gentleman” ÅŸeklinde yakıştırdığı iltifatla beni yüreÄŸimden vurmuÅŸ olsa da; anlattığı nice hikayenin tek bir bedende taşınabileceÄŸi fikrini kabullenemiyorum. Khmer dahil 6-7 dile hakim olduÄŸu anlaşılan abinin, elinin karışmadığı 3.dünya ülkesi yok gibi. 1968’de Galata çevresinde geçirdiÄŸi günlerinden tutun da, Vietnam savaşındaki istihbarat yıllarına, sonrasında güney amerikada SS subayları avladığı undercover ajanlıklarından, Tayland’da sahiplendiÄŸi üvey ailesine kadar; her yer ve olguyla ilgili ÅŸaÅŸmaz fikirlere sahip bir dayı olan Ned, bugünlerde genç Kamboçyalılar’a ingilizce öÄŸretmenliÄŸi yaparak geçiniyor.
GeçmiÅŸinin gururuyla ÅŸimdiyi kısmen mahcup yaÅŸayan bu adama bilinci ağır kaçmış olacak ki, 56 yaşında sigaraya baÅŸlamış. Ä°kinci gecemizde, yine ateÅŸle tutuÅŸtuÄŸumuz muhabbette; “we should have a record session” diyor.
Ä°lgilenenlere buyurulur -
​
​
Yaşına ve dolup taÅŸan anılarına istinaden, izlendiÄŸimizi ara-sıra belirtse de beni teselli ediyor; “You don’t need to worry, my people are also watching them.”
Endüstriyel Çin Devriminin yeni kurbanı Kamboçya’da, Amerikan entrikaları dolusu akÅŸamlarda sevgili dostlar, elimde çubuklar sebzeli eriÅŸteme eÄŸilirken, masa altında diÄŸer elim gergin namluda tetikteyim.
Yoktan var olan gerçek hikayeler aÅŸkına, avare inançla yaÅŸayan her tutkuna saygı-sevgi sepet sepet.
Yerel yazarları arayışımda kütüphane ve sahafları dolansam da, faÅŸist Khmer Rouge Rejiminin gazabından kurtulan bir aydın bulamıyorum buralarda. BaÅŸkentte yaÅŸadığım hüsranı pekiÅŸtiren bu ızdırabı yatıştırmak amacıyla, Nabokov’dan prof. Pnin’in muzdarip hayatını 5-10 sayfa okuyup anti-depresan yutmuÅŸa dönüyorum.
Vietnam’dan motorlarıyla yola çıkmış olan fransız çiftle beraber civar köyleri günübirlik gezideyim. 400m merdiveni tırmandıktan sonra, yakın coÄŸrafyadaki nadir tepelerden birinde, Banan tapınağındayız. Ortaçağın mega imparatorluÄŸu Khmerler’den yadigâr bin yıllık tapınak, iÅŸlemeli taÅŸlarla örülü. Toprak kayması ve ihmal sonucu güç bela ayakta duran bu mabet dağın, 100 yıl içinde yitip gitmesi olası. MaÄŸaralarla dolu baÅŸka bir tapınak tepesini de gezdikten sonra, yaacın ötesine gün batımını izlemeye çok özel bir noktaya seyiriyoruz. Tepeye çömelmiÅŸ 10-15 kiÅŸiyiz. Kızıl ejder toplamış kuyruÄŸunu ufka uzanan palmiyeler ardına yatmaya nazır, doÄŸa salınıyor günlük semâsına.
Tepemizdeki yardan yarım saati aÅŸkın bir süre boyunca, gecenin bereketine ziyafete çıkan milyonlarca yarasa, eflatun havaya fışkırıyor. Kırbaç-fiyonk misali dalgalanarak aÄŸaçlar arasında köylere dağılıyorlar. Harikulade bir ÅŸölen.
​
Sohbet, yerel bira, bilardo ve püftürerek pekiÅŸtirdiÄŸimiz gece sonrasında yatağıma çekiliyorum. Vantilatör esintileri altında dalgalanan cibinliÄŸimde, leyla deryalara yelken açmış kayığın silüetiyle Battambang’a gözlerimi kapatıyorum.
Siem Reap
Adadan baÅŸladığım Kamboçya seyahatimde, nehirleri takiben yol aldığım kuzey yönünde son (lakin en kıymetlisi olabilir) durağım Siem Reap’teyim. Tonle Sap Nehri’nin sükut içinde kıvrılıp geçtiÄŸi bu ÅŸehir, durmak nedir bilmiyor. Günden sarı bir kuÅŸak, yeniden demirden bir atla –alim allah istanbul’un kargalarındanız- motorlar senfonisinde, kontrabas çalan âvârelerden biriyim. Bu ülkeye vurulmanın eÅŸiÄŸindeyim dostlar. Dört yola makas atmanın rahatlığı –saÄŸ olsun- henüz yitmemiÅŸ.
Angkor’un peÅŸine düÅŸmüÅŸ isem ayrı deryalardayımdır; lakin mahalle aralarında isem, subaşındaki ahbaptan buzlu bir mango kesin içiyorumdur. HoÅŸ güne baÄŸlı, passion juice da istemiÅŸ olabilirim.
Kalabalık bu ÅŸehrin dış çperinde, sanki ahırdan bozma bir yerde karşılıklı sıralı yataklardan birinde konaklıyorum. Müdaim sakinleri: civar ülkelerde mühendis ÅŸefliÄŸi yapan kel-cıbıl italyan bir abiyle (naÄŸmı-diÄŸer Chineese Buddha) ; sebebi bilinmez bu ÅŸehirde takılıp kalmış, günde iki paket tüttüren (tiryaki) Japon kardeÅŸim. BaÅŸka gelen de, giden de yok. Ä°ÅŸletmeyi üstlenen Khmer beyi de (krokodil) unutmayalım. Gün aşırı bu üç biraderler, krokodilin tuk-tukuyla pub street’in yolunu tutuyor. Sabaha kadar içtiklerini ertesi günkü bezmiÅŸlikleriyle dile getiriyorlar. GeçirdiÄŸimiz zaman içerisinde; boÅŸ boÄŸazlığı ve repetatif ingilizcesiyle, Chineese Buddha’nın aÄŸzından çıkan hatırlamaya deÄŸer tek nutuk ÅŸudur;
“Akıl paraÅŸüttür. Algını geniÅŸletmezsen yere çakılırsın.”
Pazının tropik bir akrabasından yapılan börekle ve kızarmış muz-pirinç topuyla bu ÅŸehirde tanıştım. Ä°stanbul gibi çekilmez bir cazibesi olan Siem Reap, yerine koyamadığım bir etki bıraktı bende. Eminim Angkor kalıntılarının payı da büyüktür.
Angkor
DoÄŸrudur,
Tarihin en büyük tapınağı
Yoluna milyonlar düÅŸer;
DoÄŸrudur
Yalın kalmış taşların
Ruhunu,
Milyarlara pay etmiÅŸtir
Angkor Wat.
Dört yöne bakan 4 stupasıyla, 4 elemente de selam duran Angkor Wat, 4 onurlu gerçeÄŸi de taşıyor blok taÅŸlarında;
​
Hayat acı doludur. [dukkha]
Acının kaynağı açgözlülük, tutku ve öfkedir. [samudaya]
Kaynağı kurutursan, acıyı da bitirirsin. [nirodha]
Acıların sona ermesi Asil Yol’dan geçer. [magga]
Yüksek kalbinde bulunan 5. Stupasıyla, eteri, öteyi ve insanı bekleyen Angkor Wat’ta (tapınak ÅŸehri); kakmalı her taÅŸ bezeli figürleriyle, Khmer imparatorluÄŸunun altın çağının görkemini sergiliyor. Kare ÅŸehrin dışı, insan iÅŸi kanalla çevrili. O da muntazam bir kare. Bunla yetinmeyen Khmerler, batı istikametinde düzgün bir dörtgen ÅŸeklinde rezervuar da açmışlar. Göl (göletten hallice) demek daha yerinde olur.
Çerçevede yaÅŸam resim gibi duramayacağından; geliÅŸen ve artan nüfusla Khmerler, daha geniÅŸ bir çerçeveye geçmeyi uygun bulmuÅŸlar. Ankor Wat’ın kuzeyinde 3x3km geniÅŸliÄŸinde, sudan çerçevesiyle Angkor Thom bulunur. Onun da kalbinde Bayon Tapınağı bekler ki, candır o. GiriÅŸimci insanlık tarihimizin tanık olduÄŸum kadarıyla, en ÅŸahane örneklerinden biridir bu tapınak. Åžöyle ki;
​
Çemberinde tavaf eden tuk-tukların tanıkları!
Hangi yönden gelirsin?
Dört kardinal köprünün
hangisinde selam durdu
çehreler dizili çerçeve?
Orman mıydı düz yolun?
Ana’nın kalbinde
tepe miydi mabedin?
TaÅŸta yüzün müydü
GördüÄŸün?
Son dördünde baÅŸladığım seyahatimin 3. haftasında, dolunayla buluÅŸtuÄŸumuz Bayon Wat’tayım. Açık avluya bakan güney duvarında bir kapıdayım. Yükselen iç avlularını ve odalarını sarmallamış, haddimden öte duyguluyum. Her kulesinde, mukaddes gülüÅŸü Buddha’nın, 4 yöne her daim burada avluda, kapıdan içeri bir taÅŸtayım. TaÅŸ kadarım. Mütevazı gönlümden, saçılır yanayım.
​
2 gün boyunca, demirden atımla peÅŸine daldığım iflahı sökülmez ormanların parmaklarından, çeperine vardığım onlarca Angkor harabelerini gezdikten sonra; 3. günümde haddinden uzak, son bir tapınağı gezmek için, bir tuk-tukla anlaşıyorum. 1 saati aÅŸan yol sonrası, beni bir tepenin eteÄŸine bırakıyor ÅŸoförüm. Yüzlerce basamak tırmandıktan sonra, Phnom Bok isimli bir harabeye varıyorum. Tepede bir de, yeni tapınak var, pek mütevazı. Kimsecikler yok, diz üstü çömüyorum. Bir düzine Buddha oturmuÅŸ baÅŸ köÅŸeye, erimiÅŸ mumlar, yanmış tütsüler ve yer yeksan olmuÅŸ bir köpek. Yalnız Buddhalar’dan biri gözlerini bana dikiyor ki, bakışlarından kaçamıyorum bir türlü. Hükmü altına alıyor beni, mahcup düÅŸüyorum.
​
Boyun eÄŸip, “daha iyisi için yüreÄŸimi açmaya çalışacağım” sözünü veriyorum.
Don Det (Laos)
Kamboçya bir kayık yolculuÄŸu kadar geride kaldı. Artık Laos’tayım. Komunist ülkedir Laos, lakin coca-cola bir ÅŸiÅŸe suyun yarı fiyatınadır.
Adalar arasında kollara ayrılan Mekong’un üzerinde, aheste akan subaşında, nice yeÅŸilin ve toprak yolların çevrelediÄŸi adalardan birinde, Don Det’teyim. Üç çocuk; uzun-ince ahÅŸap kayığı kum satıhtan iteliyor. OturduÄŸu kumdan koy verince kayık, veletler de peÅŸinden atlıyor üzerine. Bir an (yalnızca bir) endiÅŸeleniyorum. Gözünü sevdiÄŸim, akan bir nehirden bahsediyoruz. Velhasıl, altı yaşındaki bambu sopayı dipten itmek için kavrıyor; dört yaşındaki buruna köçüp küreÄŸe baÅŸlıyor; beÅŸ yaşında olan ise boyu kadar akıntıya atlayıp, itiÅŸe destek veriyor. Çek yukarı, ak aÅŸağı öÄŸle güneÅŸinde eÄŸleniyorlar.
Has kamboç balına banmış, üzerine buzdan dilber mangomu içerken, 4000 adalara hoÅŸ gelmiÅŸ oluyorum.
Hasırdan tipiden, yalın ayak topraktan, ÅŸarıldayan suya bakan ahÅŸap terastan geçiyor sabahlarım. Köyün içinde, kumun üzerinde gölgede, kayığına zift yamayan paÅŸayla, suya serinlemeye gelen köpekleriyle, hemi de Iraklı bir kardeÅŸimle püftürüyouz.
Haydar’la halihazırda ÅŸelale avına çıkmışlığımız var. Güney’deki daha büyük olan, Don Khon adasının doÄŸu yakasında bir patikanın peÅŸindeyiz. Uzun sürmüyor ki, karış kadar engebeli toprakta -affedersiniz, can çekiÅŸen atımla- yolumuz harap bir köprüye denk geliyor. 2-3 pert köprüyü yan yollarla atlatıp, neyse ki orman altında, seke seke seri akan sulara varıyoruz. Gün batarken uzanmışım Mekong içinde, üzerimden hararetin akışına takiben, ardımda dökülen suların ÅŸarıltısıyla, çatal aÄŸzında aÄŸ sallayan balıkçıyı izliyorum.
Can dostlarımdan birkaçının yanımda olabilmesini dilerdim.
Kumsalda ateÅŸ, fezada inci tarlası, durmaz Mekong, bambu bankta; Amerikalı, Iraklı ve Türkiyeli olarak muhabbeti çeviriyoruz. Olası yaradılış senaryoları üzerine tartışırken; uzaylıların lafı ne vakit açılsa, Teddy (amerikalı) kıkırdıyor.
​
“sence yukarıda baÅŸka yaÅŸamlar gerçekten var mı?” diye (pek tabii) soruyor.
​
“Yok anasını satayım, evreni de amerika yarattı… haberin yok mu, kara sakallıymış uzaylılar.”
​
Tiyde teraneler, lakırdı kehanetler.
​
Haydar: “bir gece daha kalsan olmaz mı?” diyor.
Kusura bakma ahbap, görecek yerler var. Kuzey beni bekler.
Luang Prabang
“DaÄŸlar daÄŸlar, kurban olam yol ver geçem” nidalarıyla efendim; iki midibüs ve yataklı otobüsle, yarısı ıslah edilmemiÅŸ yollarda Laos’un kuzeyine, Mekong kıyısında bulunan Luang Prabang bölgesine, 30 saat süren yolculuk sonrası varıyorum.
Belirtmekte fayda var, yavaÅŸ kelimesi yeni bir boyut kazandı benim için. Terminale beÅŸ dakika kala, kenara çekip (canı çekti herhalde) ızgara kurbaÄŸa-balık bir ÅŸeyler yemek için yarım saat otobüsü bekleten ÅŸoförden tutun da; teslim edeceÄŸi kuÅŸ kafesinin sahibi gelene kadar, terminalde bekleyen kaptandan tutun da; yol boyu öte-beri için durduktan sonra, bir köyde poÅŸetleri teslim ederken “e hadi biraz da muhabbet için durayım” diyen baÅŸka bir ÅŸoförden tutun da; hararetlenen motordan ötürü saatte 5km hızla dağı tırmanan kaptana kadar; ömürden bir tutam çalıyor Lao sürücüleri efendim.
Eski hanedanlığın ruhani merkezi olan Luang Prabang ziyadesiyle Wat(tapınak) ile dolu. Er niÅŸin diÅŸine kadar; oyma-kabartma-çini-ahÅŸap boyama- yaldız kaplama…vs. ile bezeli. Mimari (özellikle çatı yapısı) Çin ezilerine daha yakı, keza Çin’e 100km uzakta bir ÅŸehirden bahsediyoruz.
Mekong’un yan kollarından olan Nam Khan ile birleÅŸtiÄŸi bir düzlükte koÄŸuÅŸlu ÅŸehri, daÄŸlık ormanlar çevreliyor. Lakin ÅŸehrin göbeÄŸinde bir tepe var ki, Phousi, destanlara konu. Özünü Hint epiÄŸi Ramayana’dan almış olan hikaye ÅŸöyledir:
Prens Rama, düÅŸmanına karşı zaferi garantilemek için maymun kral Hanuman’ın ordusuna ihtiyaç duyar. Ä°ttifak kurulduktan sonra, savaÅŸ hazırlıkları baÅŸlar. Talim sırasında, prensin kardeÅŸi ölümcül bir yara alır. Diyarların en hızlısı olan Hanuman’dan yardım istenir. Ceylan (Sri Lanka) adasında bulunan maymun kulağı adında bir mantarı gün batımına kadar getirmesini, böylece prensin kardeÅŸinin hayatı kurtarılabilecektir. Hanuman tepeleri, nehirleri bir koÅŸuda aşıp, Ceylan’a varır. Lakin orman birçok çeÅŸit mantarla donatılmıştır. Gerekli mantarın hangisi olduÄŸunu bulamaz maymun kral. Zamanı da azalmakta olan Hanuman, çareyi ormanı hepten söküp, kendiyle beraber geri götürmekte bulur. Gün batmadan varılır ve prensin hayatı kurtarılır. Åžefkatli prens, yurdundan edilmiÅŸ bu tepenin sakinleri olan hayvanların ve faunanın bu coÄŸrafyada hayatta kalamayacağını belirtmesiyle, Hanuman’dan tepeyi makul bir iklime taşıması istenir. Bunun üzerine maymun kral, bugün Phousi Tepesi diye anılan kara parçasını Luang Prabang’ın göbeÄŸine yerleÅŸtirir. Tepesinde 328 basamak sonrası varılan Stupasıyla ve eteklerinde bulunan watlar’ıyla hergün ziyaretçi ağırlayan tepede, Hint-Laos kardeÅŸliÄŸini pekiÅŸtirmek amacıyla 1950’de dikilmiÅŸ bir Banyan aÄŸacı da bulunmakta.
AkÅŸam pazarı, istemeyeceÄŸiniz kadar kafe-barıyla, yabancı kaynayan bir ÅŸehir burası. Gece yarısı tıka-basa dolu tuk-tuktan yükselen sarhoÅŸ avrupalıların nidaları sokakları inletirken; bir ayı aÅŸan yolculuÄŸumda, ÅŸiÅŸenin dibine düÅŸen yerlileri bir kez dahi rezil rüsva hiç görmedim. Enteresandır; dünya standardı kabul edilen avrupa medeniyetleridir hep, 3. Dünya ülkelerini ziyaret ettiklerinde gereken nezaketi bir türlü tutturamazlar.
Lakin karanlık dar aralarında eski yüzünü gösteriyor, Luang Prabang. Birbirine yapışık bodur evlerin ahÅŸap kapıları sokaÄŸa bakarken, yine alçak asma katlarıyla tatlı gözüküyorlar. Aile boyu yer sofrasında toplaÅŸmış, açık sokaÄŸa karşı evin her hali sergileniyor. Pek tabii divana serili, televizyon başında yeni bir aileyi de görmek mümkün.
El iÅŸçiliÄŸinin iftiharla teÅŸhir edildiÄŸi bu bölgede, yerel motiflerle örülü ÅŸallar gerçekten etkili. Bunun dışında dünyanın herhangi bir turistik pazarında bulabileceÄŸiniz her teferruat Laos cibiliyetiyle sunulmakta. Vietnam-ABD savaşından yetim kalan, fünyeli bir sürü bombadan dönüÅŸtürülmüÅŸ mutfak gereçleri ise özgün bir dokunuÅŸ olmuÅŸ.
Laos’un alamet’i farikası, ülkenin en güzidesi Kuang Si ÅŸelalesini görmeye gidiyorum. Görmek yetmez, seviÅŸmeye gidiyorum. Yüzülebilir 3 havuza dökülen ve dok damarlı, sekerek düÅŸen (var 50 metre boyu) ana ÅŸelaleyi besleyen dere tabiiki de kaynak suyu. Ä°nsan boyu havuzlar traverten çeperli, tek taÅŸ bulundurmayan yataklarıyla girilmesi rahat. Leziz…
Åželaleye dökülen derede hasbihal eyledikten sonra, subaşında aÄŸaç aralarından sızan güneÅŸte ısınıyorum. Bir nâradır tutuyor beni. Ä°çrek ısım, dışa yönük yayılıyor. Fışkıran pranaya önce balıklar yanaşıyor. Nâmeye kulak veren tüylü sinekler baÅŸlıyor, üzerime konmaya. Kıpırdayamıyorum. GörüÅŸüm bulanıklaÅŸtı; yaÅŸtan mıdır, güneÅŸi kıran dereden midir bilemem. Sinekler öpe öpe gezinirken tenimde, kelebekler yanaşıyor. Biri ayakucuma, diÄŸeri havluma konuyor. Semaî bir türkü estiriyorum. Dökülen ÅŸelaleye iki yaÅŸ da kendimden bırakmış bulunuyorum.
GüzieymiÅŸ Kuang Si gerçekten de dostlar.
Sopchem
Mekong’u besleyen en büyük dere olarak bilinen Nam Ou’yu takipteyim bu sefer, daha da kuzeye. Bir noktaya kadar minibüsle vardık eyvallah. Yol sırasında yanımda oturan Amerikalı genç çiftin (joe ve yi) telefon görüÅŸmesine misafirliÄŸe giren ben, yollarına ortak olmuÅŸ bulundum. Joe’nun onuncu geliÅŸi, dile de hakim maÅŸallah. Ä°nce tekneyle 15 kiÅŸi akıntıya karşı Ou’yu tırmanıyoruz. Yükseliyor daÄŸlar, uzanıyor tepeler, dalgalanan yükseltiler boyu hafif sürtünme, kağıt kadar kayığımızla yarıyoruz. Muang Ngoi’da herkes iniyor, tekneciyle anlaÅŸan Joe; “we’re gonna move on” diyor. Hay-hay efendim. Yarım saat daha, yeni geliÅŸmekte olan Sophem’e varıyoruz. Köyde elektrik 1 senedir cereyan ediyor. Televizyon ise yalnızca birkaç aydır evlerin bireyi haline gelmiÅŸ.
30 ev, tek yol ve ilkokuluyla, kum sokakta yalın ayak, mevcut tek yabancıyım. Öteki daÄŸlardan bir siren sesi yükselmeye baÅŸlıyor. Ä°nsanı geren 20. Yüzyıl sanrılarından. Sönüyor sonra. Köyde yaÅŸam aynı… Sesi sirenin, sirte-sirte yükseliyor yeniden.
BOOOM! DaÄŸları esneten bir patlama aniden. Bir tepe daha can veriyor. Ejderin barajına bir öÄŸün daha kurban oluyor. (Ä°ç not: abd-vietnam savaşında uçakların tükürdüÄŸü bombaların çoÄŸ Laos’a düÅŸmüÅŸ. Güzide tarihimizin en çok bombalanan ülkesi ünvanını taşımakta Laos)
Gece verandada; kıvrılıp giden ırmaÄŸa mı dalsam, çatıma varan daÄŸdaki aÄŸaçlara mı tutulsam, sahildeki muhabbetin ekosuna mı vurulsam derken; meteorun biri kaymaya baÅŸlıyor. Yanışını görebileceÄŸim kadar yakınıma geliyor. Ufukta tepenin ardına düÅŸüyor, kifayetsiz bekliyorum!
Çok uzaktan çarpışmanın sesi geliyor. Aysız göÄŸümden bir parça yanıyor, oturuyor sırtlarına Laos’un. Ä°ntergalaktik bireylerin yahut ateÅŸ topunun yarattığı etkinin, nutkum tutuk bana varmasını bekliyorum. [27 Åžubat 20:20]
​
Burası dokumacılıkla geçinen bir köy. Her evin gölgesinde bir ahÅŸap dokuma tezgahı bulunuyor. Ev iÅŸlerinden ve çoluk-çocuktan vakit ayırdıkça, hanımları tezgahta bulmak mümkün. Köyün beyleri de kayıkçılıkla ekmek kovalıyor. Tarifede olmadıklarında ya balık avlıyordur ya da bir ahbapla gölgede keyif çatıyordur. En halisinden, zinde (ve zende) köylüler, Sopchem’in insanları.
Her öÄŸün bahçeden ya da dereden toplananlarla hazırlanırken, kendi köyümde hissettiÄŸim aidiyeti edinmem uzun sürmüyor. Ev sahibim ikinci gecemde arkadaÅŸlarıyla “Lei Lao” ya davet ediyor. Laos viskisi denilse de, aslen rafine mazot olduÄŸuna inanmaktayım. Yapışkan pirinci günlerce kaynatarak üretiyor, köylü hanımlar. Masa sayamayacağım kadar lezzetle dolu. KonuÅŸulanlara dair hiçbir fikrim yok. Yalnız “falang” kelimesini çıkartıyorum, yabancı demek. Uzak doÄŸunun masa adabını duymuÅŸsunuzdur. 5 dakikada bir ola ki ÅŸahsınıza atfen bire-bir yahut toplu kadeh kaldırıldığında, “hayır” deme lüksüne maalesef nail deÄŸilsiniz. Anlayacağınız, ahalinin zil-zurna öttürmesi zaman almıyor. Saolsunlar, gönlü bol insanlar, beni de sarhoÅŸ etmekten geri kalmıyorlar. 3 vietnamlı, 1 tay ve konakladığım evin sahibi baba-oÄŸul 2 Lao’yla beraber meÅŸk’i sefa eyliyoruz.
Puslu filtrenin ardında, seyirli silüetin her tonuna gizli, yeni bir tepeyi tanıyabilmek; parmak ucu ırmaÄŸa uzanan tropik ormanları yarabilmek; pirinç tarlalarında yön tayin edebilmek; köylülerin teÅŸhire açık evlerine girebilmek; -patikası varmış- haydin zirvelere tırmanabilmek; yahut yalın bir zihinle hamakta estirmek… Muang Ngoi ve civar köyleri de gezerek; sudan kulak sallayan mandalarıyla ve hasır duvarlı evleriyle bezeli kuzey Laos’un tadına iyice varıyorum. GeldiÄŸime çok memnunum.
Seyahatimin son akÅŸamında, Luang Prabang’ın dar sokaklarında avare geziniyorum bir kez daha. Tanık olduÄŸum yaÅŸamları ve Buddhist üç ülkenin de güzelliklerini pekiÅŸtirirken aklımın çeÅŸitli loblarında; kendimi Mekong’un kıyısında buluyorum. Kızıl ejder yatıyor daÄŸların ardına, kararan göÄŸe akıyor nehir. Kulağıma mızıka ve gitar yetiÅŸiyor. Ayaküstü bir düÄŸüne misafir bulunuyorum. Birkaç yabancıyı daha cezbetmiÅŸ, masaya baÄŸlamış düÄŸünün kayın-biraderleri, viski-bira gecenin derinliklerine peyda ediliyor. Ä°yi dileklerimi ve ÅŸükranlarımı, huzur dolu geçirdiÄŸim üç ülkeden de eksik etmiyorum.
En önemlisi de; uysal atmosferi ve anlayışlı halkları yolda tutan, “uyanmış olan” Buddha’ya ÅŸükürler, gani-gani.
​
“Kap çay, aLay Lay.”