top of page

2.18

mısır/ürdün

Kahire

Ebedi boÅŸluk, Nun’dan kendini var eden Ra’nın, oldurduÄŸu dünyanın baÅŸkenti Heliopolis, yani güneÅŸ’in ÅŸehrindeyim.

3000 yılı aÅŸkın antik Mısır’ın üzerine, çoraklaÅŸmaya baÅŸlayan 1000 yıllık Yunan ve Roma döneminden sonra, çölleÅŸen Arap himayeleriyle birlikte, Osmanlı’nın 200 yıllık düzen çalışmaları ardından gelen, 150 yıllık Ä°ngiliz devÅŸirmesi, modern Mısır Arap Cumhuriyeti’nin baÅŸkenti Kahire’deyim.

Ä°stisnasız her ÅŸey kum-kir kaplı. Åžehir merkezinde yapılaÅŸma; kepenkli fransız binalarından ibaret. Hani ortası kafesli asansörlü, taÅŸ merdivenleri olan, oda daireli binalardan; yüksek tavanlı, ahÅŸap kapı-pencereli.  Müzeydi, meclisti dediklerin ise; ingiliz valilerden kalma saraygillerden. Çeper geniÅŸledikçe; 20 katı bulan sosyalist mimarisi apartman blokları ( en az 40 yıllık), varoÅŸlarda ise 10 kat altı binalar. Bütün kahire dışında ise, çölün yanı başında; Reklam panolarında resmedilmiÅŸ yarının villa siteleri. Yem-yeÅŸil park alanlarıyla, toz uçurmaz paklığıyla hazırlanmış panolar. Beyhude bir hayalden ibaret… Hiçbir ÅŸey galip çıkamamış kumun kirinden; çöle dikilen villa mı bunu baÅŸarsın.

Meydandan meydana uzanan düz caddeleri gırla araba dolu. Nil’e nazır spor salonları, VÄ°P barları, varoÅŸlarında sonu gelmez sokak çarşıları, afrika mimarisi camileri (kubbesiz, dörtgen teraslı), ömründen bezmiÅŸ imam naraları (ölçüsüz ezan), tepesine oturduÄŸu binaları cüceleÅŸtiren sonu gelmez reklam panoları, sokak arası nargilecileri, ÅŸehrin üzerinden geçen yolları, bu yolların da üzerinde asılmış köprüler, yollar boyu dizili panolar, daha fazla reklam panoları, biraz da viyadük-altı panoları ve kirle kaplı reklamsız kalmış panoları…. Ve öteberisiyle, kahverengi bir ÅŸehir, Kahire.

Turist düdüklemeye çalışanlarını (pek de az deÄŸil) saymazsak; cömert, içten insanlar. Türk olduÄŸumu kestiriyor çoÄŸu( hoÅŸ bıyık eleveriyor), bu da makul karşılanıyor, iki kaplan samimiyet katıyor muhabbete. Park dediÄŸin, soyu tükenmekte olan bir fikir. Adaplı bir bahçe kondurmuÅŸlar Kahire’nin tepelerinden birine. Ä°çinde havuzları ve çaylarıyla, gözlere ÅŸenlik, gönüllere refah eyliyor. Bu nadir park, turnikeleriyle korunuyor. Banliyöyle sarılı etekleri, güvercinleri çağıran dam ıslıkçılarıyla dolu. Salladıkları nevresimleriyle, akÅŸam ezanına eÅŸlik ediyorlar. 

Sina Çölü

Mezar odası amacıyla inÅŸaa edildiÄŸi gibi, alelade bir fikriniz var ise Giza Piramitleri için; yollarımız ayrı düÅŸer dostlar. Dünya tarihinde, eÅŸi-benzei görülmemiÅŸ; ne öncesinde ne de sonrasında, Büyük Piramit kadar, keskin bir incelikle inÅŸaa edilmiÅŸ insan yaratısı bulunmazken; m.ö. 2400 lerde yapıldığına inanılan bu abidenin, bir kral mezarı olduÄŸuna katiyen inanmıyorum. HoÅŸ; salt insan eliyle yapıldığına da inanmıyorum ya, neyse… orasını kurcalamayalım.

Giza platosunda; Khufu, Khafre ve Menkaure adlarıyla anılar üç ana piramidin yanı sıra, ÅŸu an yağıntı halinde bulunan pek daha küçük, kraliçe piramitleri de bulunmakta. Zamanında nehir kıyısında bekleyen Sfenks ile birlikte yeÅŸil bir vadiye sahip Giza yerleÅŸkesi; günümüzde çorak kumluk. Nil’in de doÄŸuya kaykılmasıyla, kup-kuru karşılıyor plato, bizi.

 

Orion’un (Osiris) kemerinde üç yıldız bulunur: Alnitak, Alnilam ve Mintaka. Bu yıldızların, yerküredeki temsilleri olarak yapılan üç büyük piramidin bir-birine olan ebatsal ve konumsal oranı, kemerin (10000 yıl önceki konumuna) tıpa-tıp aynısı. yüzlerce ışık yılı uzaktaki yıldızı, dünyadan çıplak gözle süzüp; yontu taÅŸlarla, 15 tonluk blokları silme dizmek… hemi de 35 yüzyıl boyunca yüksekliÄŸine baÅŸka bir yapının yetiÅŸemeyeceÄŸi kadar görkemli insaa etmek…

ÇaÄŸdaÅŸ dünya, rasyonel açıklamalarına sığamayacak mistik her ÅŸeyi hor görürken, büyük piramidin yapılışına dair sunduÄŸu rasyonel yöntemler; doÄŸa üstü sayılabilecek bir sürü ÅŸeyden daha saçma.

Yalana bal çalmak, yapışanların ÅŸikayeti yok. en azından tok tutacak… Ä°drak ise, hep aç kalmayı seçecek.

Efendim, sebebi ziyaretimiz belli; piramidin içine girmek için kat ettik bunca yolu. Önce vadide geziniyoruz. Yalnız, sakin bir köÅŸe bulalım ki, temiz bir ÅŸeyler hissedelim. Ne hacet, efendim… Unutmayın, burası dünyanın en ünlü yerlerinden biri. Åžanslıyız ki, turizm kötü Mısır’da geçtiÄŸimiz birkaç yıldır. Bundan ötürü, yalnızca 3-5 bin insan evladı ziyarete gelmiÅŸ bugün Giza’yı.

Mütemadiyen, rehberden çakma serserilerin “nerelisin” ile baÅŸlayan konuÅŸmaları; yarın dakikada bir “deve sürmek ister misin” nidaları; sonu gelmez “vay, bıyık maÅŸallah” ; öyleydi- böyleydi derken… söÄŸürdüler beni, birader.

Neyse ki, tatlı bir köÅŸe bulduk 3. Piramidin yamacında.

Åžekline istinaden, piramidin dibinden baktığınızda hiç yüksek gözükmüyor (eÄŸimden ötürü), lakin uzaklaÅŸtıkça abidenin haÅŸmeti kabarıyor. BaÅŸka hiçbir yapı içim aynı ÅŸeyi söyleyemezsiniz, çünkü tersi geçerlidir. Dibinden; sizi yok edecek gibi yükselen binalardan uzaklaÅŸtıkça, pek bir deÄŸersizleÅŸirler.

Kusura bakmayın, kaptırıp sapıyorum. Ortanca piramidin önünde, artık saÄŸlam duvarı bulunmayan, bir tapınak bulunuyor. Khafre’nin Morg Tapınağı ÅŸeklinde adlandırılmış. Kimilerince mezar olduÄŸu düÅŸünülse de, orkeolog sezilerim aksini hissettiriyor.  Yerellerden biri bizi görünce, “ohh, çok kere gelmiÅŸsiniz buraya” diyor. Ä°lk geliÅŸimiz olduÄŸunu belirtince, “enteresan” edasıyla bize bahsi geçen tapınaktan söz ediyor.

Kozmik sema’ya dalacak olan adayların; büyük piramidin içindeki lahite yatırılmadan önce, bu tapınakta ayine tâbi tutulmuÅŸ olabilecekleri, tahmininde bulunuyorum. Yerel kardeÅŸim telefonunu çıkartıp, bir video izletiyor: 20 küsür insan, naralar eÅŸliÄŸinde bu mabette toplanmış, tapınıyor.

Bu yıkıntıya ve ortanca piramide taÅŸtan, geniÅŸ bir yol var. Yolun diÄŸer ucunda ise (5000 yıl önce) Nil’in kıyısında bekleyen, Sfenks. OturmuÅŸ bir aslan hayal edin, onlarca metre uzunluÄŸunda, dizme taÅŸtan oyulmuÅŸ.  Lakin başı, firavun yelesine sahip, bir insan yüzü. Vücuda oranla, sfenk’in kafası küçük kalıyor. Bu da yüzün, sonradan mevcut olan kafanın tekrardan yontulmuÅŸ olabileceÄŸini düÅŸündürüyor. Orijinal kafanın da, aslan olması gayet olası. Medeniyetin ilk çaÄŸlarına bakacak olursak; el üstünde tutulan tek yaradanın temsili olan güneÅŸ, dünyayı var eden güç. Ve bu gücün simgesi ise aslan. Günümüzde de böyledir; emperyalist ülkelerin simgelerinden tutun da, orta çaÄŸ krallıkları armalarına, günün en sıcak saati ve yılın en güneÅŸli ayına ve burcuna verilmiÅŸ olan simgeye kadar, hepsi aslan.

Sfenks’in direk doÄŸuya baktığını da hesaba katarsanız; mutlak yaradana atfen, yontulmuÅŸ olması ihtimal. Eski dönem hükümdarları zamanla, yaradanın gücüne kendilerini ortak koÅŸmaya baÅŸladıkça; kibirleriyle beslenip, sfenks’i kendi suretlerine bürümüÅŸ olmalılar. Günümüzde mevcut yüzün, kiminki olduÄŸu bulunamadı. Piramitlerle anılan baba Khufu, oÄŸul Khafre ve torun Menkaure ‘nin mezarları ise hala bulunamadı. Ayrıca açık bir ÅŸekilde, Sfenks’in yaşını da kimse bilemiyor.

Benim bir fikrim var, dilerseniz :

Kozmik birlikten kendini var eden Ra, önce tanrıları yaratır, sonra da insanlara destur verir. Kendi de fiziki bir beden alıp, dünya üzerinde hüküm sürer. Binlerce yıl geçer, nesilden nesile insanlar süre-gelir. Zamanla tanrının gücünü sorgulamaya ve hükmünü görmezden gelmeye baÅŸlayınca insanlar, Ra baba sinirlenir. Aslan baÅŸlı, katliama aç kızı Sehkmet’i musallat eder kullarına, Ra. Yukarı Mısır, aÅŸağı Mısır dinlemeden, bulabildiÄŸi her insanı katledip, kanını içer Sehkmet. Kullarının haline bir noktada acıyan Ra, kızını durdurmak için; Elephantine adasından getirttiÄŸi kızıl çiçeÄŸi biraya bulatır. Kan sanıp, içtiÄŸi biranın keyfiyle sızar Sehkmet. Uyandığında durulmuÅŸ, Ra’yı yanı başında bulur. Bundan böyle, sevginin keyfin destekçisi Hathor olarak anılacaktır, tanrıça.

Burası Antik Mısır’ın yaratılış mitinden bir parçaydı; benim hipotezim ise ÅŸöyle;

Ä°nsanlar aynı kuÅŸkuya yeniden düÅŸmesinler diye; piramitler yaratılırken ya da yaratılmadan önce, bu kutsal sayılan alanın giriÅŸine, Sfenks de uyarı ve hörmet amaçlı konulmuÅŸ olabilir. Pek daha kadim olan, bu eski uygarlığın mitleri doÄŸrultusunda, tahminim en azından 10000 yıla yakın olacaktır.

Sfenks’in ön patileri arasında, yazılı bir dikit mevcut. Üzerinde; Khufu oÄŸlu Khafre’nin, yaradanın izinden ilerlediÄŸi, Sfenks’e hürmet ettiÄŸi gibi bir açıklama var. Lakin inÅŸaasına dair, hiçbir ÅŸey yok.  Kendisinin de, Sfenks’in miladına dair kanımca pek bir fikri yoktu. Dikite istinaden araÅŸtırmacılar, kazılmış suretin Khafre olduÄŸunu düÅŸünüyor.

Bu kardeÅŸin de, kibre yenik düÅŸtüÄŸü aÅŸikar.

 

Platonun neresine gittiysek, hangi tapınaÄŸa adım attıysak, maazallah ir abidenin önünde iki dakikadan fazla kaldıysak; bir kul her daim peyda oldu. “you meditate?” “five minutes, nobody come” ve tabii ki : “little tip…”

Harlandıktan sonra Giza’nın köÅŸelerinde, artık büyük piramide girme vaktiydi. Kuzey yüzüneki dar bir açıktan girip, biraz düz ayak yürüyorsunuz. Çatalanan tünelin biri, yerin altında bulunan, manyetik kudreti muazzam seviyede olan alt odalara gidiyor. DiÄŸer tünel; galeri adıyla anılan, 7 sekmeli yüksek ve eÄŸimli bir alana açılıyor.

90’larda yaÅŸanan çıılgın turist deneyimleri neticesinde, alt odalara giden tünel kafeslenmiÅŸ. Galeriye turmanıyoruz. Buraya varıp, kafamı kaldırdığım anı unutamam. Ä°nanılmaz etkilendiÄŸimi belirtmeliyim. Milyonlarca tonluk piramidin kalbine tırmanan, bu denli geniÅŸ bir yerle karşılaÅŸmak harikuladeydi. Hafif bir uÄŸultu geziniyor içeride, yüreÄŸinize oturan. Dilimiz kesiliyor, baka-kalıyoruz.

Galerinin bitimi, piramidin kalbine bulunan kral odasına varıyor. Düz duvarlı, dörtgen bir oda burası. Tek bir yazı dahi yok, yalnızca bir lahit. Orijinal yeri olan odanın ortasından, kenara doÄŸru taşınmış.

Bir ömür süren eÄŸitimlerin ardından, idrakın çeperine varan adayların; zamansız ve yersiz diyarlara dalmaları için, yatırıldıkları bir lahit odası burası. 4 gün kapatıldıktan sonra, bilincine geri dönen aday; öteki boyutlardan öÄŸrendiklerini rahiplere dikte ettirirmiÅŸ. Åžu an o odadayız. BaÅŸka turist yok. Yalnızca bekçiliÄŸini tutan iki adam… Cehaletin ve açgözlülüÄŸün kurbanı bu iki, dar zihinli adama yaradandan ihsan diliyorum. Paraya tapan ÅŸerefsizlerin, bu dünyada gizeme ve ötesine dair ne varsa, kirli elleriyle zapt etmiÅŸ olduÄŸunu görmek, içimi parçalıyor.

Odada; gözümüzü kapamaya izin yok, derin nefes almaya izin yok, lahite yatmaya izin yok, ortada durmaya izin yok, yok , yok, yok, yok…adama parasını yedirmediÄŸin sürece…

Angut adamı, laf kalabalığı ve cevabını veremeyeceÄŸi sorularla oyalarken ben; eÅŸimin en azından gönlünce bir ÅŸeyler yaÅŸamasına çabalıyorum. 

Dışarıya çımadan önce, piramitten sorumlu abiyi ikna edip, aÅŸağı odaya inen tünelin başına tünemeyi kabul ettiriyoruz. KoÄŸuÅŸlanıyoruz yokuÅŸun başına. Yerin altından gelen karanlık, titretiyor beni. Muazzam bir akış çarpıyor benliÄŸimi. Kafesi parçalayıp, zifiri bengiye atmak istiyorum kendimi,

BilmediÄŸim her ÅŸeyin içinde kaybolmayı…

Sina Çölü

Atladık sabah otobüsü çöl aÅŸkıyla, pek umursamadan 9 saatlik yolu. Güney Sina’ya geçiyoruz. Sharm El Sheik’iyle ve su-altı muhabbetiyle ünlü bu çorak arazilere, aklımızda baÅŸka bir fikirle koyulduk; develerle kervan eylemeye…

Kilometre olarak pek uzak gözükmese de, SüveyÅŸ bölgesine vardığımızda anlıyoruz durumu. Askeri bir kontrol noktası kesiyor yolumuzu. Her birey kendi bagajından sorumlu, açıyor çantalarını. Yalandan yokluyor bir asker, devam diyor. 2 dakika geçmiyor ki, bir kontrol daha. Bu sefer kimlik merasimi. Fazla uzatmayalım, varacağımız yere kadar üç kere pasaport, bir okadar da bagaj kontrolünden geçiyoruz. Tabii her kavÅŸaktaki toplam 8-9 polis barikatından da bahsetmeden geçmemeli.

Dahab dene bir kasabadayız. Kızıl deniz kıyısında, Bodrum’dan hallice, efendi bir yer. Aski makbul kaçmaz, pek tabii balık yiyoruz. Su başında kahvemizi yudumlarken Pare bir “voov!” çekiyor. Kallavi bir meteor göÄŸü yarıyor, ben görmedim. “Kesin bir yere düÅŸtü”  diyor Pare. Denize bakıyorum, artçı bir dalga gelir mi diye, tık yok. Belki de, Giza’da –tip- dilenenlere musallat olmuÅŸtur, diye geçiÅŸtiriyoruz. Erken kalkacağız, yataklanıyoruz.

Sabah araba geliyor, almaya bizi. Lafını etmeye gerek yok, 3-5 kontrol noktasından geçerek kuzeye, Sina’nın kalbine doÄŸru sürülüyoruz.

Yol kenarında iki baba, pickuplarıyla bekliyor bizi. Entarileri salmış, kafaları beyaz sarılı bedevi babaların. OturmuÅŸ dört deve, küçük bir ateÅŸ ve halihazırda bekleyen çay dolu emaye. Derhal ikram ediliyor bardaklar. Tatlı bir tanışma merasimi, ardından yükleniyor develer.

EÅŸime kervanın en olgunu, süt beyazı erkek bir deve sunuluyor. Bana da kara saçlı, boz renkli baÅŸka bir erkek, ismi Dhabaan. Atlıyorum baboÅŸa, topukluyorum ve ayaklanıyor Dhabaan. Önce arkaya savuruyor, ön ayakları düzlemek için; sonra öne deviriyor, arka uzunları açmak adına.

“Tıngır-mıngır” der hani eskiler, iÅŸte aynen öyle ilerliyoruz. Çok geçmiyor ve bedevi baba benim dizgini kendinden çözüp, elime veriyor. Yarabbi, keyfe gel… HaÅŸmetli hayvan deve; hele sırtına bindiniz mi, haÅŸmeti size de bulaşıyor. Savurarak attığı adımları, mayhoÅŸ bir çalkantı katıyor. Ritme ayak uydurursanız, pek de zorlayan bir sürüÅŸü yok. Hıza gelince; o size kalmış deÄŸil…

Åžerit halinde kayalarla dolu, çorak bir arazideyiz. Yer, çakıllı kum. Ara sıra bitmiÅŸ dikenli otlarla dolu. Bizim develer mütemadiyen eÄŸilip, otlardan sebepleniyor, bedevilerle aramız açılıyor haliyle. Daha sonra babalara danıştım; “sizinkiler durmuyor da, bizim develer niye hep ot peÅŸinde” diye. Baba net: ”Sizin turist olduÄŸunuzun farkında, korkmuyor…”

EhlileÅŸtirmenin ilk kuralı; hayvana korkuyu aşıla. Zahir eyler anca adabı, kendi çocuklarına.

HoÅŸ o da, korkuyla nefret arası bir adap ya, neyse…

Ä°ki saate yakın ilerledikten sonra, babaları durmuÅŸ, eÅŸyaları indirirken bulduk. Biz de dökülüp yükleri boÅŸalttıktan sonra develeri saldık; çok uzaklara sürülmesinler diye, ön ayakları kısa iplerle baÄŸlı ÅŸekilde. Düz bir kayanın gölgesine kilimi atıp, serildik. Babalar” lunch time” deyip, göz açıp kapayıncaya deÄŸin bir ateÅŸ yakıverdiler. Bismillah diyemeden, emayede çay hazırdı bile. “Siz keyfinize bakın” dediler. Önce hamuru hazırlayıp, dört-beÅŸ lavaÅŸ piÅŸirdiler. Bu arada közlenen patlıcanı biri yoklarken, diÄŸeri hıyar-domates-biber doÄŸramaya koyulmuÅŸtu. Yarım saate; bir kase baba-gannuÅŸ, bir kase peynirli salata, bir kase sade salata, bir kase havuçlu tonbalığı ve lavaÅŸ hazırdı. Ömrümde bu denli mahcup hissetmemiÅŸtim. Herhalde hoÅŸ geldik ÅŸerefine bu ziyafet diye düÅŸünürken, babaya sorum; “hergün mü böyle piÅŸireceksiniz”. Alaylı abi; “no more lunch” demez mi. Tabii ki ÅŸakaydı, dört gün boyunca her öÄŸlen yemeÄŸi, ekmeÄŸine kadar bu öz verile hazırlandı.  “et yemediÄŸinizi söylediler, peki balık?” “tabii” dedik. “bileydim balık getirirdim”

Belirtmekte fayda var, kış mevsimindeyiz, lakin hava 30 dereceye yakın. Geceleri ise, 10 dereceye inmiyor.

Derken develer yüklenir, kervan sürülür. Salt kayadan daÄŸların arasından, geniÅŸ kuraklıklarda ilerliyoruz. Ä°ki saat daha gittikten sonra, kum tepelerine varıyoruz. Ä°pekten ÅŸehvetli, saf kum… OkÅŸamaya doyamadığım safi kumda, çocuklar gibi sen-ÅŸakrak oynaşıyoruz. Baba 1 km ötede, küçük bir tepeyi gösterip “orada kamp kuracağız. GüneÅŸ batınca gelirsiniz” dedi ve gitti. Damarlı daÄŸ siluetleri ötesince, battıkça gölgeli tepeleri deÄŸiÅŸtiren güneÅŸi izliyoruz. Sulu kabak ve pilav eÅŸliÄŸinde doyarken akÅŸam; keyfin böylesine, benim doyasım gelmiyor. Hele ki, battaniyeler arasında, çıplak feza altında bir yataÄŸa nasip olduk ki, gözü kapamaya ne hacet…

Gece yarısı, gözlerim açılıyor yine, günlerdir hasret kaldığımız ay, hilal eylemiÅŸ nazlı bir edayla gece göÄŸüne yükseliyor. Kararan fezaya ilk çıkan Osiris. Her gece ölen güneÅŸ’e, yeraltı dünyasında eÅŸlik eden 9 kalp. Çölde, yıldızlar deryasındayız. Yerin altı da, üstü de bizdeyiz. Arada bir yellenen develere nazır dalıyorum yeniden öte-diyarlara.

Uyandığımda babalar ateÅŸi yakmış, çayı çoktan hazır etmiÅŸti bile. Yabanda gecelemeyi seven biri için, bunun ne denli bir lüks olduÄŸunu söylemeliyim. YaÄŸda yumurta, peynir-bal, taze lavaÅŸ ardınca dökülüyoruz yollara. Dhabaan kardeÅŸime, bugün iÅŸlerin farklı olacağını, daha talepkâr ve katı davranacağımı belirtmiÅŸ olsam da; münferit tavrını hiç bozmadığını fark ediyorum. Neyseki, dur-yürü komutlarına bir nebze hakimim. Eh istikâmete dair de söz hakkım olduÄŸunu görünce, oburluklarına ses çıkarmıyorum. Allahtan pare’nin allı-güllü ince gömleÄŸi üzerimde, başımda da hafif bir ÅŸalı sarılı, terlemiyorum sıcak altında.

Ortası delik, simit misali bir kayalıkta mesir ettikten sonra devam ediyoruz. ÖÄŸlen molası için durduÄŸumuzda, salatayı hazırlama iÅŸini üstleniyorum. Fevkalade bir yemekten sonra, daha kayalıklı diyarlara doÄŸru yöneliyoruz. Bir noktada, develer peÅŸimizce yayan geçilmesi icap eden, bir yara geliyoruz. “S”lerle tırmanıp, aynı ÅŸekilde sırtı iniyoruz. Daha genç develerin eÄŸitilmesi (daha ziyade yola getirilmesi) gerektiÄŸinden, babaların himayesindeler. Sırtı tırmanırken inat eden deve, okkalı bir dayak yiyor bedeviden. Kim bilir kaç kere bu sırtları arşınlamış olan Dhabaan, dertsiz aşıyor dağı. Tıngır-mıngır batıya itelerken, gün batımında varıyoruz kamp yerine.

Yığma taÅŸtan, silindir evleri gezmeye çıkıyoruz pareyle, yayanız. Ä°nsan boyu çapında, 20’ye yakın evlerin, kuÅŸ kadar kapıları. Orkeolojik gözlemlerimiz sonrası, ben en azından 2000 yıllık oldukları taraftarı iken; eÅŸim 500 yıldan eski bulmuyor kulübeleri…

Esnek temelleri olan Orkeoloji, bir gönül-bilimi. Kanıttan ziyade, fantazya ve hissiyata dayalı sezilerle, inceleme gerektiren bir uÄŸraÅŸ. Okulu yok, keza hocası da…

Üçüncü günümüz, kapalı kanyonu da içinde barındıran bir vadiye yol alarak geçiyor. Kızıla çalan saf kayalıklı, vadi tabanı silme kum. Kamp kurulurken, kanyonu keÅŸfe çıkıyoruz. Bir allahın kuluyla karşılaÅŸmıyoruz yine. Sırtlarla çevrili avluda, omuz geniÅŸliÄŸinde bir yara giriyoruz. Oyuklardan birine tünemiÅŸ güvercinin kuyu kazan uÄŸultuları, kanyonda yayılarak frekans atlıyor, uzayan bir ulumaya dönüÅŸüyor. Halleniyoruz…

Avluya geri çıktığımızda, Bir nara patlıyor. Ä°ki yıla aÅŸkın yaÄŸmur yüzü görmemiÅŸ Sina daÄŸlarına bir serinlik yayılıyor. Tehdidin korkusundan, yalnız bırakılmış bu kayalıklara dostluk dağıtıyor, ekolanan sesleri.

Dördüncü gün, kervanın son seferi. Deve üstünde bir saat estirdikten sonra, uzakta yeÅŸil görmeye baÅŸlıyorum. Çıplak daÄŸlar yol verdikçe, iyice beliriyor.. vahadayız. SusuzluÄŸunu gideriyor önce develer; sonra yüklerini salıp, serbest kalıyorlar. Önce suyun kaynağına giriyoruz. Yer içinde iki karış kalmış birikintiden su çalıyoruz kavrulmuÅŸ tenimize. ÇoÄŸunluk hurma aÄŸacı dolu, kum tabanlı, çevresi daÄŸlarla sarılı vahanın kuÅŸ cıvıltısı hiç eksik kalmıyor. AÄŸaçlar altında, yanımızda taşıdığımız odunlardan son bir fasıl hazırlıyoruz. ÖÄŸlen sıcağını vahada geçirip, son bir sefere koyuluyoruz. Develer geçidi tırmanacak, bir beyaz kanyondan tabanlıyoruz. Ufalanan kumtaÅŸlarından beyaz toza bürünen kayalar arasınca irtifa kazanıyoruz. Yumru göbekleri olan yarda, yer bembeyaz kum. Sırtın son demlerini de iplere asılarak geçtikten sonra açık araziye ulaşıyoruz. Develerle buluÅŸmamız zaman almıyor. Son demi de tıngır-mıngır tepip vedalaşıyoruz eÅŸlikçilerimizle. Ä°yice seviyorum Dhabaan’ı son kez. DeÄŸiÅŸmeye baÅŸlayan hava, rüzgarı arttırmış haddinden sıcak bir dalgayı çöl göÄŸüne taşırken; ayaklarımızın, hasret kalınan yaÄŸmuru Güney Sina’ya getiÅŸmiÅŸ olması dilekleriyle ayrılıyoruz.

Luxor

Luxor

9 ve 8 saatlik iki otobüs yolculuÄŸu sonu vardık, yeni krallığın baÅŸkenti Luxor’a. Monoteist inanışın temellerini atan bu Amarna dönemi firavunları; daha yalın ve doÄŸal bir yaÅŸayışı aşılamaya çalışmış olsalar da, 2000 yıllık rahip düzenini alt edemediler. Ä°manın gücü, bürokrasinin hükmüne yenik düÅŸtü ve çocuk kral Tuthankamun’un ölümüyle; saf gün ışığıyla somutlaÅŸtırabileceÄŸimiz yaradanın ihtiÅŸamı, semboller ve motifler ardına gizlendi yeniden.

Nil’in iki yakasına dağılmış ÅŸehrin doÄŸusu GüneÅŸ’in geldiÄŸi yaÅŸayanların diyarı; batısı ise GüneÅŸ’in terk ettiÄŸi ölüler diyarı. Önce yaÅŸayanların kıtasındayız. Antik Mısır’ın en görkemli tapınak yerleÅŸkesi, Karnak’tayız. Tanrılara adanan bu mabet; sırası gelen her firavunca bir eklentiyle, görkemleÅŸmiÅŸ bir devasa sütunlar ormanı. Her taşın yüzü tanrılara ve onların yolunu izleyenlere adanmış.

Orkeolog sezilerimizle, sapa köÅŸeleri yoklarken; abinin biri “gelin” diyor. Kimsenin olmadığı küçük bir tapınaÄŸa geliyoruz. Cebinden anahtarı çıkarıp, kilidi açıyor. Sehkmet’in tapınağındayız. Bir odada boyum kadar granit heykeliyle aslan baÅŸlı tanrıça selamlıyor bizi, sapasaÄŸlam.

Hermes, Ulvi Pymander’den yaratılışın sebeplerini dinlerken; insanın neden kötülüklerle dolu olduÄŸunu sorar. Thoth (Pymander); baÅŸlangıcı olan her ÅŸeyin, sonunun da bulunduÄŸunu; iyiliÄŸi seçmek adına bahÅŸedilmiÅŸ özgür iradenin, kötülük olmadan seçilemeyeceÄŸini belirtir. Huzuru tanımayan tanrıça Sehkmet’in de, harpi yüzlü sevgi sultanı Hathor’a dönüÅŸümü zıtların varlığıyla gerçekleÅŸmiÅŸtir.

Tanrılar tapınağı Karnak’tan, binlerce koç baÅŸlı sfenksle dizili yolu takip ettiÄŸinizde, ÅŸu an ÅŸehrin göbeÄŸinde yer alan insan tapınağı, Luxor’a varırsınız. Bu ÅŸaÅŸalı koridordan geriye pek bir ÅŸey kalmamış dÄŸal olarak. Modern Mısır’a varana deÄŸin, bu iki tapınağın bağı kopmuÅŸ.

Akhenaten hükümranlığında, yalın bir bakış açısıyla yek sayılan tanrıya atfen, insan bedeninin tasvir edildiÄŸi Luxor Tapınağı; gösteriÅŸten uzak yapılmış olmasına karşın, oldukça ihtiÅŸamlı kanımca. Geometrik temellerle dizili taÅŸlarda beden bulmuÅŸ mabede ayaklardan giriyoruz. Evirilen bilincin yolunda ilerledikçe, tapınak daha kapalı bir hal alıyor. Zihnin mabedi beyin, gizemin karanlığına varıyor, en nihayetinde. GüneÅŸ’in ölümüyle, yaÅŸayanlar yakasını bitiriyoruz.

Yeni bir gün, Nil’in batı yakasına geçiyoruz, ölüler diyarına. Bugünü rehberle geçirdiÄŸimizi belirtmeliyim. Ä°ki yıl önce, yüksek ÅŸekerden kör kalan abinin, operasyon ve iyileÅŸme sürecinden sonra, iÅŸe dönüÅŸünün ilk günüymüÅŸ. Abi ölüm motifine istinaden; sulama kanalının yanından geçerken, çiftçilerin sorumsuz kirliliÄŸi ve dizanteriden ölen çocuklardan açıyor muhabbeti.

Habu tapınağıyla baÅŸlıyoruz. Bütün mısır’da en tatmin eden gezimiz sayılabilir, burası. III. Ramses’in mumyalanma ayini için yaptırdığı tapınak sapasaÄŸlam. Hiyeroglifler çok derine kazılmış olduÄŸundan, neredeyse hiç bozulmamış. Firavun ve ailesi öldüÄŸünde ebedi yolculuÄŸuna uÄŸurlanmadan önce, yalnızca 70 gün(mumyalanma süresi) kullanışmak amacıyla inÅŸaa edilmiÅŸ; savaÅŸ sahneleriyle, doÄŸranmış kol-bacaklarla resmedilmiÅŸ. Duvarların kimi yerlerinde orijinal renklerini de görmek mümkün. 3000 yıllık taÅŸ duvarlar, kırmızı-mavi-siyah-yeÅŸil-sarı renkleriyle bezeli. SavaÅŸ hırsıyla dou bu firavunun inadı, maÅŸallah üç milenyum diretmiÅŸ.

Sırada HatÅŸepsut’un tapınağı var. Yetersiz kocasının ölümünden sonra tahtı ele geçiren kraliçe, antik mısır tarihinin en uzun hüküm süren bayanı. DaÄŸ yamacına oydurup, dizdirdiÄŸi tapınağından; kilometrelerce ilerideki Karnak kompleksine uzanan, yine binlerce sfenksle bezeli bir koridor varmış-mış. HoÅŸ, evvel zaman içinde yerle bir olan tapınağı da yeni taÅŸlarla inÅŸa etmiÅŸler. Birkaç sütun üzerindeki Hathor yüzlerinin bizi neÅŸelendirmesi dışında, buradan pek bir his koparamadık.

Åžimdi günün kaymağı, Krallar Vadisi’ne (mezarlar vadisi) geçiyoruz. Rehber abiden küçük bir ölüm anekdotu daha geliyor. Vadiye yakın bulunan bir köy mevcut. Devlet bu köyün altında da mezar olabileceÄŸi düÅŸüncesiyle; köylüleri bölgeden def etmek için, su borularını kesmiÅŸ. Çöl-toz halde diretiyormuÅŸ köylüler de. Kimi vatandaÅŸ, talih döner misali, evinin altını kazmaya baÅŸlamış. ÇökmüÅŸ bir evin yanından geçerken, azimli iki kardeÅŸin 11 gün önce enkaz altında kalıp, can verdiÄŸini belirtti. Ölüm dolu bir 14 Åžubat günündeyiz bu arada.

Dünya Öykü Günü kutlu olsun.

Velhasıl kelam, varıyoruz Krallar Vadisine. ÖlümsüzlüÄŸe Osiris’in yanında, yıldızlarda yer almak için; ölen firavunun önce yeraltından geçmesi, tanrı standartlarına kamil olup-olmadığı test edilmeli. Bu yolculuk meÅŸakkatli olduÄŸu kadar, masraflı da. Kusursuz kıvamda muhafaza edilmiÅŸ bedenden ziyade, eÅŸi bulunmaz gereç ve hazinelerle süslü odalara da, mezar yanında yer açılması ÅŸart. Bu extravaganzaya küçük bir örnek; büyük piramidi yaptırdığı iddia edilen Kufu baba, hususi ahÅŸap gemisini tek-tek parçalarına ayırtıp, piramidin yanına gömdürmüÅŸ. Öte dünyada kendisini taşıyacak olan geminin yattığı çukur, onlarca metrelik, kayadan bir dörtgen.

Biz vadiye dönelim. Hükmü ne denli uzunsa bir firavunun; kendisi için yapılacak olan mezat odasının tüneli de, o denli derinde ve uzun imiÅŸ. 100m den uzun tüneliyle I. Seti, en uzun soluklu firavun olsa gerek. Vadide 60 küsur mezar bulunmuÅŸ olmasına karşın; her 6 ayda bir gezilmeye müsait olan mezarlar deÄŸiÅŸiyor. Ebediyete kadar karanlığa mahkum odaları, açan biz zamane yamyamları; içeriye soluduÄŸumuz nefes ve taşıdığımız nemimizle, bu harikulade odaların duvarlarını tahrip ediyoruz.

Amma velakin; Ramses IV’ün bir mezarı var ki, dillere destan. Tanrılarla yaÅŸayacağı muhabbeti, Ramses’in yeraltında sınanırken, pek-tamam renkleriyle koridora nakÅŸedilmiÅŸ. Hafif bir eÄŸimle derinlere alçalırken, tavana dizili lacivert fezayla karşılaşıyorsunuz. Muntazam dizili yüzlerce yıldızdan sonra, lahit odası… Nut ana ark etmiÅŸ göÄŸü kapatıyor; elden ayaÄŸa çatı oluyor, Ramses’in mezarına. Duvarlarda; güneÅŸ diskine tutulmuÅŸ, kanadı açık akbabadan, Osiris ve Amun babayla sonunda yüzleÅŸen Ramses’in tasvirlerine kadar her anlatı has rengiyle gözler önünde. Katiyen açılmamak üzere hazırlanmış bu odaların, bu denli ihtiÅŸamla hazırlandığına tanık olduktan sonra; tapınakların ve yaÅŸayanların gözleri için dikilen antik Mısır yapılarının ne görkem ile üretildiklerini düÅŸünün…

Mısır’da tamamlanmamış binaların sahipleri, konut vergisine tabii tutulmuyor. Bu durum; çatısı,terası, son katı inÅŸa edilmemiÅŸ milyonlarca eve meydan saÄŸlıyor. Bütün seyahatim boyunca, Mısır’da ki yapılaÅŸmaya dair eksik bir ÅŸeyler hissediyordum, iskânsızlıktan imiÅŸ, efendim. Üstü açık otelimizde püftürüyoruz akÅŸam; saÄŸ-salim ölüler platosundan çıktığımıza memnunuz.

Aswan
Amman

Aswan

Trenle güneye, merakımızı kaşıyan son bir ÅŸehire, Nubia halkının çoÄŸunlukla bulunduÄŸu, Aswan’a ilerliyoruz. Yaşını-başını almış, fıdıl mizaçlı kondüktör abi, bizi düdüklemek için çaba göstermiÅŸ olsa da, makul fiyattan biletimizi kesiyor. 3 saate varıyoruz, Nil’in en pak olduÄŸu diyarlara.

Nehrin ortasında bir Nubia köyü bulunan, Elephantine adasında konaklayacağız. Orta avlusu açık olan, dört odalı, kerpiçten, dede yadigarı, nehrin başında bir evdeyiz. Karşımıza, daha küçük olanbotanik adası ve ardınca akıp giden çölden ibaret batı yakası. Sakin, pak suda estiren bilimum kuÅŸ türüyle, çölden beri e huzurlu hissettiÄŸim yer. Tabii ki bütün gün keyfine varıyoruz, püftürerek.

Bizimle ilgilenen ablalar yan evde kalıyor. Evi paylaÅŸtığımıza; iki amerikalı, bir Avusturyalı ve iki alman dede mevcut. Dede dediÄŸime bakmayın, maÅŸallah gece inlettiler Nil’i, çılgın seviÅŸmeleriyle. Ä°ki haftadır saki Mısırlılarla olan çat-pat arapça iletiÅŸimim sonrası, Amerikalı ve Avusturyalı kardeÅŸlerle saatlerce dilleniyoruz. Gün batarken ablaların elinden ÅŸehriyeli çorba üzerine kuru fasülye-pilav yükleniyoruz.

Bir ibis görür gibi oluyorum, süzülüp geçiyor sağımdan. Gerçek miydi bilemem; Thoth’un gözleri üzerimdedir umarım. Yoluna düÅŸtüÄŸüm fikirlerin ve gizemlerin, beden bulmuÅŸ mabetlerinden dem çalmaya geldim Mısır’a. Süt-liman Nil’e nazır püftürürken gece vakti, Orion’un takım yıldızları tepemde selam duruyor. Enva kuÅŸlar her tonda ÅŸakırken, botanik adasının katmerli aÄŸaçlarına tünemiÅŸ; fellukalar(yelkenli tekne) uykuda bekliyor, ada kıyısınca.

Medeniyetin omurgası sayılan Nil nehri boyunca, güneyi takiben peÅŸine düÅŸtüÄŸümüz tapınakların sonuncusundayız artık; Philae. Ä°sis’e atfen inÅŸaa edilmiÅŸ, hususi adası üzerinde bulunan tapınak, Ptolemik dönemin en güzide örneÄŸi. Bu krallık, antik Mısır’ın sonu sayılıyor.  M.Ö. 305-30 arası hüküm üren haedanlıkta, artık yunan etkisinin Mısır’da yerleÅŸmeye baÅŸladığını fark ediyorsunuz. Pek tabii, ilerleyen zamanlarda Roma dönemiyle birlikte, tapınak Afrodite atfen devÅŸirilmiÅŸ olsa da, özünü korumuÅŸ. En nihayetinde ÅŸehvetin ve sevginin simgesi Afrodit’in; büyünün ve güzelliÄŸin anası kabul edilen Ä°sis’ten türetildiÄŸi aÅŸikar.

Lakin M.S. 500 civarlarında, Roma dönemiyle birlikte; hristiyanların tapabilmesi adına, en kıdemli figürler, duvarlardan kazınmış. Mukaddes sayılanın yolundan, hörmetler eÅŸliÄŸinde Allah’ın adını zikretmek yerine; kâfir gözüyle tehdidi kapamayı seçmek, pek aÅŸina olduÄŸum bir senaryo. Allah için süren, sonu gemez münakaÅŸanın, 1500 yıl önce Philae’de de mÅŸru kılındığını görmek ÅŸaşırtmıyor. HoÅŸ ÅŸu ömürde artık, ÅŸaşılacak pek bir ÅŸeye de denk gelinmiyor.

Adanın bir köÅŸesinde, Hathor’a atfen bir yapı da var. 

Deve sırtında, otobüste, arabada, pır-pır takalarda, trende, ayakta… derken, yarım ayın kumları aktı geçti. Gece treniyle toprak çakrası Aswan’dan, çakraların tacı Heliopolis’e (Kahire) yataklı vagonda akıyoruz. Yaratılmış olan gerçekliÄŸin her anını ders sayan Antik Mısırlılar’ın, Khem adıyla bildiÄŸi bu diyarlar kompartımanımın camından, son kez akıp geçerken; hakikate dair tükenmez fikirlerle kapatıyorum Mısır seyahatimi.

Amman

Roma döneminin hac yolunda bulunan, Philadelphia adıyla anılan bu ÅŸehir; memlukler itibariyle Amman olarak biliniyor. Ürdün krallığı’ndayım. Daha aÅŸina olabileceÄŸiniz bir yerden gireceÄŸim. Akdeniz’de fransız kasabası düÅŸünün, belki de italyan. Tepe bayırlar dizili, yılan çizen sokaklarında, kireç sıvalı 2-3 katlı taÅŸ evleri olan. Ana damar, vadi tabanından geçer, en geniÅŸ caddedir. Ara sokakları tepeleri keçi misali tırmanır.  Åžimdi bu fantazyayı kısmen unutun, kısmen orta doÄŸu’ya boyayın.

Åžehrin göbeÄŸi, bir-birine baÄŸlanan vadilerin oluÅŸturduÄŸu bir sürü tepe. Caddeler müsaade ettikçe küçük kitap büfeleriyle karşılaşıyorum. Beton vadisinde, sayfadan meÅŸaleler, Amman’a aydınlığı saÄŸlamış. Her ateÅŸin bekçisi baba, kallavi ak sakalıyla ihsanı vaaz ediyor. Bu ÅŸehirde eski bir buhur tütüyor gibi.

Amman’ın kalbindeki tepede, Philadelphia’dan beri yığılan saray ve mabetlerle Citadel bekliyor. Tepeye bakan, Roma tiyatrosu da komediyi vadinin damarlarına akıtırken, ÅŸehirde adaplı ezan sesleri yankılanıyor.

Petra

Petra

Çorak beyaz tundra, kutsal topraklara uzanan, ehlileÅŸmez diyarlarda; kahve-kızıl bir vaha, kaya ÅŸehir Petra… Dar bir kanyonda, kenara oyulu su kanallarıyla, yaÄŸmurla yaÅŸamış ve efsaneleÅŸmiÅŸ bir halk; Nebatiler.

Dar kanyondan geçince, avluya açılıyorum. Saki daÄŸa oyulmuÅŸ devasa sutunlar, terası tutuyor. Ä°çeride devasa bir alan, karanlık. Hazine odası diye anılan bu abide, Petra’nın alametifarikası. Ä°ki selam eyleyip devam ediyorum. Avlu baÅŸka bir kanyona daralıyor. Ä°lerledikçe; kıdemli zamanlardan, haÅŸmetli hükümdarların mezarları oyulmuÅŸ. Çerçeve misali boÅŸ mezarlar daÄŸ yüzünde, kimse emin deÄŸil, kimindir deÄŸildir diye. Roma dönemine deÄŸin, ki Ä°sa’dan biraz sonraları, Petra’da oyulan ÅŸehire dair bilinen pek az ÅŸey var. Nebatiler diyarıdır, ötesi gizem.

Ana damardan arka tepelere tırmanan bir merdivenin peÅŸine düÅŸüyorum. Kimi zaman sivriliÄŸini yitirmiÅŸ merdiven, daÄŸ yontularak yapılmış. Nebatiler tek taşı yerinden etmemiÅŸ gibi;  salt oymuÅŸ, daÄŸların bahÅŸettiÄŸine göre ÅŸekillenmiÅŸ ÅŸehir. Tenha bir tepeye siniyorum. Ter içindeyim. Çorap, mintan ne varsa seriyorum kayalara. Vadiler ardındaki vadileri izliyorum. Kavuran güneÅŸ mecal eylese, ölü denize varacak kadar süzülmüÅŸ bakışlarım. Kavuk bir kayadan yankılar baÅŸlıyor; rüzgarın uÄŸultusuna yakışır bir kaval ekolanıyor.”Eyvallah!” diyorum. Çok geçmiyor ki çanların eÅŸliÄŸinde keçi sürüsü, tepeden adım-adım merdivenleri iniyor. Vadi tabanından yetiÅŸen naraların peÅŸine, çobana dönüyorlar.

Koçun izinden sırtı inip, açık çoraklara varıyorum. Yarım saat daha; çobanlar tarafından iskan tutulmuÅŸ Nebati harabeleri sonrası, bir yol ayrımına varıyorum. Küçük bir levha okuyorum. Amman ve BaÄŸdat yönüne giden sağımla; Mısır’a giden solum, arasındayım. Benden önce sayısız seyyar ve kervanın Petra’ya vardığında karşılaÅŸtığı devasa kolonlardan, geriye kalan bir götlük mermere dayanmış soluklanıyorum.

El’Deir tapınağını da görmeden olmaz. Yüzlerce basamağı bulunan kanyonu tırmanıp(en azından 1 saat), çevre coÄŸrafyanın en yüksek tepesine varıyorum. Yine dağın yüzüne oyulmuÅŸ, niÅŸi destekleyen sütunlarıyla keyifli bir manzara. En azından Roma döneminde; ortodoks monkların burayı benimsemiÅŸ, bir manastır olarak kullanıldığını biliyoruz. Yüklü katırların  -erzaktan ziyade, kilolu turist taşıyorlar arık-  bu vadileri, derelerin ÅŸakırdadığı zamanlarda, ne kiÅŸnemelerle inlettiÄŸini hisseder gibiyim.

Ayaklarımda kara sularla, gün batarken uÄŸurlanıyorum, Nebatiler ülkesinden.

Dana

Dana

Bir arabayla anlaÅŸtım; Allah’ın unutmak üzere olduÄŸu bir uçurumun köÅŸesine, bıraktı beni. Keçeyle kaplı yurtçukların bulunduÄŸu, Dana DoÄŸa Koruma Alanı’na tepeden bakan bir kamp alanındayım. Ä°ki gün olduÄŸum yerden kıpırdamak istemiyorum. Soba başında kahvaltı ve akÅŸam yemeÄŸi dışında, yalınım. Gerçekten de soÄŸuk bir uçurumun kenarında, yıldırımlı bir yaÄŸmurun gecesinde, beÅŸ adet battaniyem ile, keçe bir çadır içerisinde, neyse ki kuru bir halde, keyfin nicesiyle…

Al Newatef

​

Ä°lla ki toprağın yüzünü

Örtecekse birileri,

TaÅŸtan figüren kabarcıklarla

;

Kim bilir

Altında neler

Kaynıyor.

​

Mahmud’un sesi duyulmazken

Vadi tepesinden

;

Ali’nin sesi inliyor

Ä°çinde vadinin.

​

Amman’a söÄŸrülen

Duman,

Fezayı nereden

Bilecek…

 

Thana’nın kıyısında nefeslenirken

Ä°çime çiçekler kaynıyor.

 

 

​

​

 

Siz saÄŸ, ben selamet ...

bottom of page